Bir otelde ailecek tatildeyiz. Bir anne ve babanın çocukları, gelin, damat ve torunları. Ligler devam ederken bir taraftarın tatile gitmesi garip ama geleceksin denmiş bir kere. Bizde baba sözünün üstüne söz söylenmiyor. Maç var ama sen tatildesin ya, tribün çocuğu için utanç verici bir durum. Yine de, herkes bir yerlere dağılmışken laptop açılır ve o maç izlenir. Son dakikada gelen golle, maçtan saatler öncesinde içmeye başladığın bira şişelerine elin çarpar. Gooooooool diye bağırışın duyulur tesisin her noktasında. “İşte ruh bu, işte buuuuuu” diye yankılanırken sesin, turistler kavga dövüş var sanarak kaçışır. Kapın çalınır, “abi iyi misin” diye kardeşin kapına gelir. Ehh onca yıllık kardeştir, bilir abisinin ne mal olduğunu. “Gooooool” diye yüzüne bağırırsın. “Ay be abi, biz seninle ne yapacağız. Çok korktuk sana bir şey oldu diye. Öyle şangır diye sesler gelince…..” diyerek arkasını dönüp gider. Az sonra eşin gelir bin bir surat ile ve manyağın biriyle evli olduğu için kaderine atar yapar. Tatile mi geldik, çile çekmeye mi geldik belli değil tadında trip atar. Sen yine de takmazsın, son dakikada gelen gol ile bir umuda sarılarak yüzündeki gülümsemeyle uyursun.
Sabah olur telefon çalar.
-Alo.
-Bülent Bey
-Buyrun benim.
-Sabri Bey görüşmek istiyor, müsait misiniz?
-Müsaitim.
-Bir saniye lütfen, bağlıyorum.
………
-Bülentcim
-Abi merhaba
-Dün neler oldu öyle ya.
-Abi sorma tüm oteli birbirine karıştırdım. Bira şişelerini farkında olmadan devirmişim. Son dakika golü gelince kendimden geçmişim. Ama abi yok böyle bir şey. Düşmeyen şişeleri de bizzat tekme atarak devirdim.
-Bülentcim sen ne anlatıyorsun?
-Dün akşamı anlatıyorum.
-Bülentcim az sonra seni canlı yayına bağlayacağım.
-Canlı yayın mı? Aman abi ne yayını, ben tatildeyim, maçta bile değildim. Ne anlatacağım yayında.
-Senden daha iyi anlatabilecek birisi var mı, söyle onu arayım.
-Abi ne bileyim binlerce insan tribündeydi, onlar anlatsa daha iyi olmaz mı?
-Olmaz sen anlatacaksın. Hadi kapatıyorum, daha bir sürü işim var. Arayınca açarsın.
Yarım saat boyunca otelin bahçesinde, bir aşağı bir yukarı gidip gelirken “ulan ben şimdi ne bok yiyeceğim” diyerek düşündüm durdum. Sonra telefon çaldı.
-Bülent Bey.
-Buyrun.
-Sizi yayına bağlıyorum. Lütfen beklemede kalın.
Arkadan Sabri Abimin sesi geliyordu.
-Dün Eskişehir’de bir şeyler oldu, sosyal medya sallandı, neden böyle oldu anlatsın diye şimdi Bülent Gürsoy’a bağlanıyoruz.
-Bülentcim orda mısın?
-Buradayım Abi.
-Dün Eskişehir’de bir şeyler oldu? Ne oldu bize anlatır mısın?
Aklıma anlık da olsa devirdiğim bira şişeleri geldi. Turistlerin gooooool ve şangırtı sesiyle kaçışması geldi. Kız kardeşimin kapıya dayanması, eşimin astığı suratı geldi.
-Bülent bize kısaca anlatır mısın, dün ne oldu Eskişehir’de. Eskişehirspor’un kazandığı bir maç olsa anlayacağım ama 2-2 biten bir maçın ardından sosyal medyadaki bu sevincin kaynağı nedir?
-Sabri Abi.
-Evet Bülentcim seni dinliyoruz.
-Transfer yasağımız var, alt yapıdaki çocuklarla mücadele veriyoruz. Maçta kalecimiz kırmızı kart gördü, 10 kişi kaldık ve 1-2 yenik durumdaydık. Daha düne kadar top toplayıcı olarak saha kenarında olan çocuklardan oluşan kadro, son dakikada attıkları gol ile başkaldırmaya devam ettiler. Direnmeye devam ediyorlar, bütün mesele budur abicim ...
***
Bizim ESES camiasının, en azından türlü deplasmanların tozunu toprağını yutmuş bir neslin çok sevdiği, dünyaya gelmiş en nazik insan Dr. Ateş Ülker ağabeyi kaybettikten sonra şöyle yazmıştım;
“Ölüm hakkında kendimi inanmaya ikna ettiğim bir durum var. Ölüm, Ateş Abi gibi kendisine sunulan hayatın hakkını veren güzel insanlar için diğer bir hayatın başlangıcı olsa gerek. Yoksa Yaradan'ın başyapıtı gibi olan insanlar neden ölsünler ki? “
Sonra Necat Mut abimiz aramızdan ayrıldı. Örnek bir baba, örnek bir eş, örnek bir taraftar, örnek bir arkadaştı. Kerem Balcı ile cenazeden dönerken, İzmit-Ankara arasında hep onu konuştuk. Bir o kadar daha yol olsa giderdik ve farkında bile olmazdık.
Sonra Kerem Balcı aramızdan ayrıldı. Sevdikleri için her şeyi yapabilecek, her şeyi göze alabilecek bir babaydı. Dost bildikleri ona sırtını dönerdi ama O dost bildiklerine hep sımsıkı sarılmıştı. Bana hayatımın sonuna kadar unutamayacağım dersi verdi. Başını alıp gitti.
Hangi kelimeler, kaybettiğin bir yakınının acısını hafifletebilir ki? Hiçbiri. Bu üzüntüyü yaşamakla mükellefiz belki de. İlla ki bu acıyı yaşayacağız ve anlamaya çalışacağız kıymetlerini. Peki neden üzülüyoruz? Neden ağlayıp sızlanıyoruz. Bir daha göremeyecek olmak, bir daha güzel anılar biriktiremeyecek olmak. Eve döndüğünde onun olmadığını anlayıp eksikliğini hissetmek. Tüm acılar sadece geride kalanlar için. Yoksa hangi birimiz ölümün kötü bir şey olduğundan emin olabiliriz ki, kaybettiklerimiz namına üzülelim. Onlar için değil onların yokluğu için üzülüyoruz.
Ve şimdi de onu kaybettim. Öyle sıradan biri değil, hayatıma değer katan, hep ama hep öğretmeye çalışan insanlardan birini kaybettim. Hikayelerime ruhundan üfleyen adamı kaybettim. Dünya iyisi bir insanı, hep gülümseye çalışan, olumsuz durumlarda bile yıkılmayan, keşke biyolojik abim olsaydı diye iç geçirdiğim Sabri Ugan’ı kaybettim.
Son konuşmamızı hiç unutmayacağım.
-Abi.
-Canım Bülentcim.
-Haberi alınca arayıp sesini duymak istedim.
-Yahu benim bir şeyim yok. Çok iyiyim merak etme. Ama beni Görevimiz Tehlike’ye götürmüyorlar Bülent yaaaa. Sinema şurası, şu filmi izleyip yine yatırsınlar ama götürmüyorlar. Tek sorunum şu anda bu. Aaaa hemşireler geldi, kapatmam gerek, ben iyiyim, endişe etme tamam mı.
-Tamam abi.
Bir hayat düşünün, Anadolu’da yerel bir gazetede başlasın kariyeriniz. Ama bu dünyadan ayrılırken ülkenin tüm spor kulüpleri, sporcuları, hangi renkten olursa olsun tüm taraftarları arkanızdan güzel sözler söylemek için sıraya girsinler. Ah be Sabri Abi, neler neler dediler senin için. Beşiktaş’ın Chelsea deplasmanında Sergen’in iki golünden sonra Beşiktaşlı yaptılar seni. Hagi’nin 30 metreden attığı golden sonra Galatasaraylı yaptılar seni. Appiah, Alex’in olağan üstü topuk pasıyla üçüncü golü atınca Fenerbahçeli yaptılar seni. Oysa sen hep doğduğun büyüdüğün şehrin takımının taraftarı olmuştun, Sakaryasporluydun, en alt lige düştüğünde bile vazgeçmemiştin sevdiğinden. Ama diğerlerine hep sevgi ve saygı duydun, başka renkte olanları da hep kendinden bildin. Belki de bu yüzden anlardık birbirimizi. “Eskişehirspor kötüye gidiyor, Sakaryaspor da aynısını yaşadı, Kocaelispor da yaşadı, bir şeyler yapmalı” diye uyarmıştın. Gerçekleştiğinde de “ama ben sana dedim canım Bülentcim yaaaa” diyerek üzüntünü paylaşmıştın.
Sabri Ugan, Alain Delon ve Cüneyt Arkın ile yarışacak hepimizin aşina olduğu yakışıklı yüzünden, hepimizin bildiği etkileyici sesinden, toprağa bıraktığı bedeninden çok daha başka bir ruhtu. Görevini tamamladı ve aramızdan geçici süreyle ayrıldı. Geride kalanların kontratı nereye kadar bilinmez. Elbette buluşacağız, elbette kavuşacağız. Her birimiz sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederken, gün gelecek bizim de kontratımız sona erecek. Sadece geride bıraktıklarımız bizi yaşatmaya devam edecek. Bu açıdan Sabri Abinin, bu yazıyı yazandan ve okuyanların çok büyük bölümünden uzun yaşayacağını düşünüyorum.
Sadece yaş olarak değil, ruhsal olarak da benden üst seviyede olduğunu hissettiğim, yol gösterici bir varlığın bana dünya yaşamımda rehberlik etmesine minnettarım. Eminim ki Ugan ailesi de yokluk hissinden ziyade, onunla geçirdikleri zamanda biriktirdiklerinin kıymetiyle sabır kazanırlar. Yoksa onun yokluğunun büyük bir boşluk yaratmaması zaten mümkün değil. Sabri Abi hiçbirimizin üzülmesini istemezdi. Birimiz bir üzülse, O bin üzülürdü. Gece yarısını geçtikten sonra TV kanalından eve geldiğinde, anahtarını yanına almadığını anlayınca, çocuklar uyanır diyerek zile basmayan, dönüp arabada yatmaya yeltenen ve haliyle uyuyamayan, sabahında da radyoda canavar gibi program yapan adamın nazik ruhunu ağlayarak, üzülerek incitmeye hakkımız yok. Ne güzel böyle bir adamın evladı olabilmek. Ne güzel böyle bir adamın eşi olabilmek. Ne güzel böyle bir adamın kardeşi olabilmek. Ne güzel böyle bir adamla tanış olabilmek. Ben Sabri Ugan’ı tanıyordum demek ne büyük bir ödül. Bana böyle bir ödül verdiğin için teşekkürler abicim.
Halk arasında iyiler çabuk gider diye bir inanış vardır. Doğrudur, giderler. İşini bitirmiş bir ruhu neden burada tutsunlar ki. Yaradan'ın başyapıtı olan bu güzel varlıkların seviyelerine geldiğimizde, onlarla yeniden buluşmak umuduyla. Görüşmek üzere Sabri Abicim. Az kaldı, ben de geleceğim yanına soluk soluğa.
Biliyorum senin için İlhan İrem hep bir numaraydı. Feridun’u da seversin de, incitmemek için kimselere ikinci diyemezsin. Her ne kadar gitmek zorunda kalsan da, o harika sesin yankılanmaya devam edecek evrenin her köşesinde, perde perde.
Gece uyku tutmamıştı. Karga bokunu yemeden derler ya, hah
işte öyle bir gün doğumu öncesi dükkanı açmak için yola koyulmuştum. Şehir
uykudayken sanayiye geldim. Külüstürü kapının önüne park ettim. Kapının anahtarını
demir kapının deliğine soktum ama çeviremiyordum. Biraz daha zorladım ama
anahtar kapıyı açmıyordu. Sonra içeriden üzerime doğru gelen bir karaltı
gördüm. Camın arkasına geldiğinde farklı yörüngelere sahip gözbebekleriyle
Hilmi'yi gördüm. Bir gözü İzmir'e diğeri Artvin'e doğru bakıyordu. Dili Antalya'ya,
saçlarının telleri Sinop'a doğru yol almıştı. Kapıyı açamamış olmamın sebebi
olan, kapının arkasındaki anahtarı
çevirip kapıyı açtı. Vücudu sağa sola sallanırken, zar zor ayakta durduğu belli
oluyordu. Dili tam olarak dönmüyor olsa da, ne dediği anlaşılabiliyordu.
-Vaaayyyyy patrooooon.
-Hilmi olm iyi misin?
Ağzındaki salyalar, üzerindeki kazaktan süzülerek Porsuk
çayına doğru akıyordu. Kapıda karşımda dikilmişken, elektrik yemiş gibi vücudu
titredi. Yanaklarını şişirerek el hareketiyle kenara çekilmemi istedi. İki adım
geriye gittim ama eliyle işaret ederek daha sola doğru gitmemi istiyordu. İşaret
ettiği gibi kenara çekildim. Yanımdan geçip kapıdan dışarıya çıktı. Evrene
karşı başkaldırı gibi bir şeydi. Ellerini iki yana açtı. Kafasını gökyüzüne
doğru kaldırdı. Ağzından çıkan kusmuklar Merih'e doğru yol alırken, vücudu
belinden kırılmış gibi dizlerinin üzerinde yere kapaklanmıştı. Arkasından hızlı
adımlarla yetiştim. Kusmaya devam ediyordu. Elimi alnına koydum, kafasını
asfalta vurmasını istemiyordum. Bittiğinde kafasını kaldırıp bana baktı.
-Patrooooon.
-Tamam yavrum ben buradayım, sakin ol, rahatla.
-Patrooooon.
Ayağa kalkıp bana sarılırken, ağzından akan kusmuk tanelerinin
montumun üzerine doğru aktığını hissediyordum. Birbirimize sarılmışken ikinci
dalga gelmişti. Vücudu titreyerek içindekileri omzumun üzerinden bırakmaya
başladı. Sıcaklığı hissettim ama hiç ses etmedim. Üstümdeki montu
temizleyebilecek teknoloji hiçbir kuru temizlemecide yoktu. Montumu orada
bırakarak içeriye geçtik. Dükkandaki soba geçmek üzereydi. Hilmi'yi kanepenin
üstüne yatırdım. Onu bu hale getiren ne olabilir diye düşünerek, ona
bakakaldım. Yanan sobanın sıcaklığıyla içim geçmiş olacak ki, oturduğum yerden
bir güvercinin boynu düşmüş vaziyetteki gibi gözlerimi açtım. Uzun süre o halde
kalmış olmalıyım ki, boynumu düzeltirken epey ağrıdı. Gözlerimle etrafı süzdüm
ama Hilmi ortalıkta yoktu. Seslendim ve cevap bekledim.
-Hilmiiiiii.
Tuvaletteki sifon sesiyle nerede olduğunu anladım. Tuvaletten çıkınca bana cevap verdi.
-Patron su kaynadı, kahve ister misin?
-İsterim Hilmi isterim. Saat kaç?
-Sekize beş var.
-Sekiz mi? Birazdan mesai başlayacak, hadi çabuk ol da
işimizin başına geçelim.
-Ne mesaisi patron, bugün Pazar.
-Pazar mı? Eee ben bugün neden geldim dükkana o zaman?
-Ben bilmem patron, dükkan senin, istediğin zaman gelirsin
gidersin.
-Ulan madem bugün Pazar, senin ne işin var burada?
Hilmi kahveleri tepsiye koyup karşıma oturdu.
-Dün Selim ile sabahlayalım diye anlaşmıştık.
-Siz kafayı mı sıyırdınız? İkiniz de evli barklı
adamlarsınız, gitsenize evinize, ne demek dükkanda sabahlamak.
-Bildiğin gibi değil patron. Selim’i bilirsin, deli doludur.
Eşiyle çocuklarıyla çok fazla ilgilenmez. At yarışı olsun, bahis olsun tüm
parasını buralara harcar. Eşi, “böyle devam edersen seni boşayacağım” demiş.
Bizimki de tutuşmuş. “Ya benim kafam çok bozuk, biraz dertleşelim” dedi. Ben de
mesai sonrası onu bakıma almak istedim.
-Hilmi tamam da, gördüğüm kadarıyla esas senin bakıma
ihtiyacın var. Ne kadar içtin de üzerime kusacak hale geldin? Hem Selim nerede?
Ulen yoksa O da buralarda bir yerlerde sızıp kaldı mı?
-Yok patron öyle değil. Mesaiden sonra biraz konuşacaktı
benimle. Yani rakı sofrası filan kurmadık.
-İyi de belli ki sen kurmuşsun.
-İşte tam da onu anlatacağım sana. Konuştuk, dertleştik.
Ailesine zaman ayırmadığını, her akşam arkadaşlarıyla takıldığını, eve sadece
uyumak için gittiğini itiraf etti. Eve geç gidince çocuklar da uyumuş oluyor.
Sabah da işe geliyor. Yani anlayacağın çok aksatmış evini.
-Kadın haklı ama ben olsam ben de isyan ederim.
-Zaten Selim de suçunu biliyor ama işte biliyorsun be
patron. Ele avuca sığmaz bir adam. Geleceğini düşünmez, gününü gün etmeye
bayılır.
-Zaten sen referans olmasan öyle adamlar bu dükkanda
çalışamaz. Sana dua etsin.
-Ama işini çok iyi yapmıyor mu patron? Bugüne kadar işle
ilgili bir sıkıntı yaşattı mı bize?
-Yok, o konuda hiçbir şey diyemem ama beni biliyorsun. Dört
dörtlük adam istiyorum burada.
-İyi de patron hangimizin açığı yok ki? Sen geçen hafta 4
formaya 10.000 lira vermedin mi?
-Verdim.
-Yengemin haberi var mı bundan?
-Yok.
-Haberi olsun ister miydin?
-İstemezdim.
-Gördün mü, senin de zaafların var. Onu da öyle gör.
Konuyu değiştirmek istercesine “kahve de iyi geldi haaa”
dedim. Hilmi elinde tuttuğu kahve fincanına dalıp gitmişti.
-Hilmi olm iyi misin?
-Değilim patron.
-Hayırdır?
-Sana neden içtiğimi açıklayacaktım.
-Haaaa iyi hatırlattın. Şimdi gelelim konuya. Ulen hırbo,
üstüne kustuğun montu yengen hediye etmişti. Ben şimdi ona ne diyeceğim?
-Yengeme ben izah ederim patron. Ama önce beni bi dinle.
-Evet, açıklamanı merakla bekliyorum.
Ayak ayak üstüne atıp, kahvemden bir yudum aldım ve patron
edasıyla Hilmi’nin açıklamasını beklemeye başladım.
-Dükkanı kapattıktan sonra senin oturduğun yerde Selim bana
açıldı. Ona neler yapması gerektiğini anlattım. Sorunu çözebileceğini ve
ailesini bir arada tutabileceğini ama bazı konularda fedakarlıklar yapması
gerektiğini anlattım. Teşekkür etti, çaba göstereceğini, ailesinin dağılmasını
istemediğini söyledi. Tam dükkanı kapatıyorduk, evlere dağılacaktık telefonu
çaldı. Olduğu yere yıkıldı ve ağlamaya başladı. “Ne oldu olm” diye çömeldim yanına, ağlayarak
bana telefonu uzattı. Telefonu aldım kulağıma götürdüm. Arayan Selim’in eşiydi.
“Alo yenge hayırdır” dedim, “Selim’in babasını kaybettik, ne olur Hilmi ona
sahip ol, O yıkılmıştır, ne olur yanından ayrılma” diye bana yalvarırcasına
konuşuyordu. Telefonu kapatıp Selim’in kollarından tutup kaldırdım. O güçlü,
iri kıyım adam kuş tüyüne dönmüştü. Birbirimize sarıldık ve bir süre öyle
kaldık. Sonra yavaş adımlarla arabaya gittik. Onu baba evine götürdüm. Eşi ve
çocukları da oradaydı. Gece yarısına kadar yanlarında kaldım. Sonra aklıma
dükkanın kapısını kilitlemeden çıktığım fikri geldi. Hemen dükkana geldim.
Gerçekten de kilitlemeden çıkmışım. İçeri girdim. Etrafı kolaçan ettim. Gözüme
senin masanın yanındaki rakı şişesi takıldı. Hanım da Sinop’a ailesinin yanına
gitmişti. Eve dönüş yolu gözümde büyüdü. Bu gece Selim’in yaşadığı acı da bana
ağır geldi. Bir kadeh içip, şuraya kıvrılıp uyumak istedim. Sonra bir kadeh
daha, sonra bir kadeh daha. Tam sızıyordum ki, dükkanın kapısının zorlandığını
duydum. Sonrasını biliyorsun işte.
-Anlıyorum. Hiç böyle olacağını düşünmemiştim. Kahven bitti
mi?
-Daha bir yudum almadım patron.
-Umurumda değil. Hemen bizim yemek şirketini ara. Pilav ve
kavurma siparişi ver, Selim’in baba evine ulaştırsınlar.
-Kaç kişilik yaptırayım? 100 kişilik yeter mi?
-Yetmez. 200 kişilik yaptır, küçük ayranlardan da söyle. Biz
de Selim’den gerekli belgeleri alalım, belediyeye gidelim cenaze işlemlerini
halledelim. Çocuk bu acıyla bir de onunla uğraşmasın.
Öğlen vaktinde, küçük bir kalabalık mezarlıktaydık. İki
metrelik çukura babasını koyan Selim elini uzattığında, Hilmi onu yukarı
çekiyordu. Kürekleri aldık, mezarı doldurduk.
Hayta Selim bir hafta işe gelmedi. Haftanın ilk gününde işe
başladığında, farklı bir Selim var gibiydi. Saat 16:00’da yanıma gelmişti.
-Patron iznin olursa benim çıkmam gerek.
-Hayırdır Selim?
-16:30’da çocukları okuldan almam gerekiyor da.
-Haaa tabi git bir an önce.
-Patron, ben hafta içi hep bu saatte çıksam olur mu?
Maaşımdan kesersin. Eşimin arabası yok, okul da yürüme mesafesinde değil. Dolmuşla
gidip çocukları alıp geliyor. Onun için zor oluyor.
-Hilmi’yle konuştun mu?
-Konuştum, benim için sorun yok, patron tamam desin yeter
dedi.
Hilmi arkadan bizi izliyordu. Belli ki konuşmanın konusuna
hakimdi. Ona baktığımı hissedince kafasını çevirip tavana bakmaya başlamasından
anlaşılıyordu. Selim isteklerine devam etti.
-Bir de sabahları yarım saat beni idare edersen patron.
-Sabah mı?
-Sadece hafta içi patron. Çocukları okula bırakıp öyle geleceğim.
Okul sekiz buçukta başlıyor. Onları okula bırakıp öyle geleyim, ha ne dersin?
-Yani senin buraya gelmen dokuzu bulacak. Yarım değil bir
saat eder.
-Ben gaza basar gelirim patron.
-Selim sen şimdi git, çocuklar okulda beklemesin. Bu konuyu
yarın geldiğinde konuşuruz.
-Tamam patron. İyi akşamlar.
-Sana da Selim.
İki saat sonra mesai bitiminde Hilmi yanıma geldi. Elinde
mont, hemen çıkıp gidecekmiş gibi bir hali vardı.
-Gel gel, ben de seninle bir şey konuşacaktım.
Elindeki montu bacaklarının üstüne koyup karşıma oturdu.
-Biz bu Selim’e az para veriyoruz sanırım.
-Yok be patron, şu sanayide çalışanına en çok maaş veren
adamsın. Kimse asgariden bir kuruş fazla vermiyor. Kendine haksızlık
yapıyorsun.
-Yok yok az veriyoruz. Baksana Selim çocukların okul servis
parasını bile karşılayamıyor.
-Sana öyle mi dedi?
-Öyle demedi ama ben anladım öyle olduğunu.
-Selim demez öyle şey zaten. Seni yere göğe sığdıramıyor.
Asla da şikayet etmez, bilmez miyim ben arkadaşımı.
-Ama az veriyoruz belli ki. Sen yarın bana bir liste yap.
Çalışanların maaşları, evliler mi, kaç çocukları var hepsini listele.
-Ne yapacaksın patron?
-Okula giden çocuğu olanlara servis desteği vereceğiz. Bir
de kırtasiye desteği şart. Toplu alıyoruz kırtasiyeyi zaten. Ucuza hallederiz.
-Patron kırtasiye öyle ucuza halledilmez. Servisler de öyle.
-Uzatma işte. Sen dediğimi yap. Yarından sonra herkesin
çocuğunun servisini biz karşılayacağız.
-Bana çocuk yap mı diyorsun? Bu bir mesaj mı?
-Aklın varsa yapmazsın. Ama yaparsan da dünyanın en mutlu
adamı olursun. İki ucu şekerli bomba.
-Patron sen de Selim’deki farklılığı hissettin mi?
-Evet Hilmi. Çocuk bir gecede büyüdü.
-Ben büyümek istemiyorum be patron.
-Önünde sonunda büyüyeceğiz Hilmi. Hem de bir gecede,
ansızın. O gecenin sabahında hiçbir şey eskisi gibi güzel olmayacak. O sabah
gelene kadar tadını çıkartmak gerek.
Hilmi ayağa kalkıp montunu giydi.
-Bana müsaade patron.
-Nereye olm, hani ekiple buluşacaktık.
-Ekiple her zaman buluşuruz be patron. Şimdi anneme
gidiyorum. Hanım da az sonra işten dönmüş olur. O kadar çalıştıktan sonra
mutfağa girmek onun için de zor oluyor. Onun da işine gelir. Arayım da anneme biz
geliyoruz diyeyim. Kim bilir ne yemekler yapmıştır. Hem babamla da tartışırız
biraz, kendime gelirim.
Herkes gittikten sonra dükkanda yalnız kalmıştım. 250 km
ötedeki annemi görüntülü aradım.
-Naber kız.
-Ne yapayım oğlum, baban olacak huysuz herifle uğraşıyorum.
Babam arkadan görüntüye girip seslendi.
-Oğuuuul, sakalını yerim oğuuul.
***
Bu hikayeyi yazarken ilham aldığım iki şahıs var. Biri 1999
depreminde, henüz üniversite öğrencisiyken bir gecede tüm ailesini kaybedip,
ruhu çırılçıplak kalan ama dimdik ayakta kalmayı başarabilen Mert kardeşim.
Diğeri, akşamın birinde ne olacak bu ESES’in hali konuşmalarında
bana film tavsiyesi yapan, babası Eskişehirspor'un ilk yönetimindeki başrol isimlerden biri olan Murat abim.
-Bülent, bu arada Big Fish diye bir film izledim, mutlaka
izlemelisin.
-Bilmez miyim abi, hatta filmi izledikten sonra gece yarısı babamı
aramış, “hayırdır oğlum bu saatte” diye meraklandırmıştım.
-Ne şanslısın Bülentcim. Ben de dün akşam aynı hisle
telefona sarıldım ama artık arayacak bir babam yoktu.
O akşam yumru gibi oturmuştu boğazıma bu son söz.
Bugün kayınpederim Kaptan Nihat’ın ölüm yıl dönümü. Eşimin bir gecede büyüdüğü günün yıl dönümü. Kimi iki
elini göğe açıp dua eder ama benim dualarım böyle işte. Kadiri Mutlak olan yaradan
nasıl olsa anlar ve bilir yüreğimizden geçenleri.
Bir gecede büyümemizi sağlayan sevdiklerimiz için.
Felsefe, bilim ve din bu konulara açıklama getirmeye çalışırken, bu evren nasıl yaratıldı, yoksa hiç yaratılmadı mı derken, tanrı var mı yok mu sorunsalında herkes günün birinde buluşuyor. Kimi kutsal saydığı kitapları kimi evreni kaynak gösterip Tanrı’nın varlığına inanırken kimi de kutsal sayılan kitaplarda yazanları gösterip inanmamayı veya hiç düşünmemeyi tercih ediyor. Daha başka inanışlar geliştirenler de azınlık sayılamayacak oranda fazla durumda.
İnsanlar, Tanrı’yı tartışırken türlü argümanlarla eleştiriyor veya savunuyor;
-Hayır efendim, Tanrı’yı hissedebilirsin, onu görmek zorunda değilsin, şu ağaçlara, kuşlara, akarsulara bak, nasıl göremiyorsun?
-Senin inandığın kitaplarda anlatılan Tanrı’ya inanmıyorum. Yaradan, yarattıklarını sonsuza kadar cehennemde yakıyorsa, ben ona Tanrı demem.
-Bana ne abi. Var veya yok bana ne. Bilmek için yaratılmışsak bilirdik zaten. Bilmediğimize göre ya yaratılmadık ya da bilmemiz istenmiyor.
-Yaratmaya ihtiyaç duyan bir Tanrı, eksiklik hisseden bir varlıktır. Tanrı bu tanıma girmez.
-Altı günde yaratmış. Hani ol deyince oluyordu.
-Senin Tanrı dediğin varlık, istediğini doğru yola istediğini yanlış yola sokabiliyor. Aç bak inandığın kitapta böyle yazıyor. Okumadın mı? İnandığını söylediğin kitabı nasıl okumazsın arkadaş?
-Mesih gelince dertler bitecek.
Ve bunun gibi daha sayısız görüş. Tüm görüşleri sıralamaya kalksam, hayatımın süresi yetmez.
Gerçek olan şu ki, hangi dinden olursa olsun, hangi inanışa sahip olursa olsun her canlı mutlaka sonunda ölüyor. Gerçeğin bilgisine kavuşabilmek için ölmek yani bu kaba madde dünyasından ayrılmak tek yol olabilir mi? Eğer sadece öldüğümüzde gerçeği öğrenebiliyorsak, ölümden dönenlerin anlattıkları bize yol göstermez mi?
Ölüme yakın deneyimlere ait yüzlerce video izledim. Hepsinde ortak noktalar buldum. Bir süreliğine kalbi duranlar, günlerce komada kalanlar geri döndüklerinde benzer hikâyeler anlatıyorlardı. Hepsi sonsuz bir sevgi hissettiklerinden bahsediyorlardı. Tanımlayamadıkları güzellikte renkleri, kendilerini yukarıdan izlediklerini, onları karşılayan ölmüş yakınlarını veya rehber varlıkları hemen her anlatımda ortak nokta olarak anlatıyorlardı. Bu insanları tanımayanlar anlatılanları dinlerken yalan olduğunu düşünebilirler. Bunu yadırgamamak lazım ama bunu yaşayan bir yakınınız olunca işler değişebiliyor. Kuzenimin cenazesinde abisinin anlattıklarını hatırlıyorum. Kuzenimin ambülansta kalbi durmuş. Ancak hastaneye gelmeden yeniden çalıştırmışlar. Hastanede kardeşlerine, bedeninden ayrıldığını, ambülansı dışarıdan takip ettiğini anlatmış. Daha sonra girdiği ameliyattan önce doktoru ameliyattan çıkamayabileceğini söylemişti. Ve öyle de oldu, çıkamadı veya oralardan geri dönmek istemedi. Bugün ise hatırladığım, memleketteki cenaze öncesi onu son kez görmek için kefenini açtığımızda yüzündeki küçük gülümsemedir. Ahmet Abi zaten hep gülümserdi.
Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez
Âşık Veysel Şatıroğlu
Tanrıyı insanımsı kavramlarla açıklamak durumda olsaydık, sonsuz mutluluk, sonsuz güzellik, sonsuz iyilik gibi sonsuz sevgiyi içinde barındıran bir yaratıcı olmalı diye düşünüyorum. Büyük ihtimalle de onu tanımlayabilecek seviyede bir lügatimiz yoktur. Yine de onu tanımlamak için insana özgü değerlerle anlatım yapmak dışında elden bir şey gelmiyor.
Diyelim 3 yaşında bir çocuğunuz var. Siz yeni aldığınız televizyonun karşısında en çok sevdiğiniz programı açmışsınız. Geliyor ve kumandayı televizyona fırlatıp ekranı parçalıyor ve gülüyor. Çocuğunuzu sevmekten vazgeçebilir misiniz? Akşam olunca koynunuza alıp uyutmaktan, karnı acıkınca doyurmaktan vazgeçebilir misiniz? Veya kediniz var. Yaramaz mı yaramaz. İşten geliyorsunuz ve koltuklarınızın parçalanmış olduğunu görüyorsunuz. Onu dışarı atabilir misiniz? Sevgiyi tanımlamak için bu örnekleri cebimize koyalım. Çocuklarımızı, evcil hayvanlarımızı sonsuz bir aşkla sevebilmek onlara sonsuz hoşgörü göstermek işin kolay tarafı. Peki hiç tanımadığınız bilmediğiniz birine de bu yaklaşımı gösterebilir misiniz?
Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz
Âşık Veysel Şatıroğlu
Bunu kendime sorduğumda çok zor olduğunu hatta yapamayacağımı gördüm. Tanıdığım veya tanımadığım, kötü olarak etiketlediklerimi düşündüm. Kendime sordum, mesela çocukların üzerine tonlarca bomba atanları sevebilir misin? Arabanın üzerine balkonundan sigara izmariti ve külü döken komşunu sevebilir misin? Taraftarı olduğun kulübü soyup soğana çevirenleri? Dini kullanıp çocuklara tecavüz edenleri? Trafikte sana korna çalıp, selektör yakıp, küfredeni de sevebilir misin? Sonra yıllar öncesinden bazı görüntüler gözümün önüne geldi. O adamı hatırladım. Bu verdiğim örneklerin ne kadar hafif kaldığını anladım.
Derdim bana derman imiş bilmedim
Âşık Veysel Şatıroğlu
Farid Ahmed, Yeni Zelanda’da yaşayan bir Bangladeşli. Bangladeş’te yaşayan ailesi, yaşının geldiğini, artık evlenmesi gerektiğini söylüyor, onlarca kız öneriyorlar ama O hiçbirini istemiyor. Bunu Avrupa’da doğup büyümüş biri zor anlar ama nispeten geri kalmış ülkelerde, özellikle müslüman kültüründe “oğlana kız bulmanın” toplumda yer etmiş olduğunu biliriz. Sonunda Farid diyor ki, bu iş olursa Husna ile olur. Başkasını istemem. Husna, Farid’in ailesinin yaşadığı bölgede ünlü Bangladeşli bir sporcuymuş. Annesini sekiz aylıkken babasını ise 11 yaşında kaybetmiş. Farid’in ailesi Husna’yı ve büyüklerini bu işe razı ediyorlar. Ancak Farid’deki kazak erkeklik kimsede yok.
-İstiyorsan gel buraya evlenelim. Ben Bangladeş’e gelmem.
Husna atlayıp Yeni Zelanda’ya gidiyor. Evleniyorlar ve çok mutlu bir birliktelikleri oluyor.
Evlendikten 4 sene sonra Farid, yoldan karşıya geçerken sarhoş bir şoförün kullandığı araba ona çarpıyor. Farid havalanıp ön cama düşüyor. Yine de sarhoş şoförün durmaya niyeti yok. Arabanın ön camından seken Farid asfalta düşüyor ve araba üzerinden geçiyor. Hastaneye götürüldüğünde onu hemen ameliyathaneye sokuyorlar. Zira omuriliği ciddi hasar almış. Hayatta kalabilmesi için doktorlar ona yüzde 7 şans veriyorlar. Saatler süren bir omurilik ameliyatı oluyor. Uyandığında doktorlar ondan ayaklarını oynatmasını istiyorlar. Ancak bunu yapamıyor. Onu hastalığı konusunda daha fazla yardımcı olabilecek başka bir hastaneye sevk ediyorlar. Orada uzun süre tedavi olması gerektiğinden, yaşadıkları şehirden hastanenin olduğu şehre taşınıyorlar. 5 ay boyunca hem fiziksel hem de duygusal olarak acılar çekerken yanında hep eşi Husna var. İlk üç ay boyunca her uyanık olduğunda durmadan, onu öldürmesi için Tanrı’ya dua ediyor. Sonunda Farid taburcu oluyor ama artık tekerlekli sandalyeye mahkûm olarak yaşamak zorunda kalıyor. Sonra bir kız çocukları dünyaya geliyor. Farid ve Husna, yaşadıkları şehirdeki camide ibadetlerini yapıyorlar. Hatta Husna camide gönüllü sosyal görevli olarak çalışıyor. Manevi desteğe ihtiyacı olan kadınlarla ve çocuklarla ilgileniyor. Özellikle hamile kadınlarla ilgileniyor, yeni doğan onlarca çocuğa ilk banyosunu Husna yaptırıyor. Bir gün adamın biri elinde makineli tüfekle camiye dalıyor ve önüne gelen herkese şarjörü boşaltıyor. Tam 51 masum insanı katlediyor. O masumlardan biri de Husna oluyor. Katil hemen yakalanıyor ama artık ne fayda. Farid de o esnada caminin arka tarafında ibadet ediyor. Ancak tekerlekli sandalyede olduğundan yapabilecekleri sınırlı. Silah seslerini duyunca eşinin olabileceği yerlere doğru gidiyor. Birkaç dakika sonra silah sesleri kesiliyor. Nereye gitse her yerde cesetler var. Sağına bakıyor cesetler, soluna bakıyor cesetler. Bir sandalyenin üzerinde birbirine sarılmış baba oğul görüyor. Öyle vermişler son nefeslerini. Polisler gelince onu dışarıya çıkarıyorlar. O da diğerleri gibi caminin dışında eşinin akıbetini bekliyor. Akşam olunca bir polis memuru onu arıyor ve “biliyorum çok uzun bir gece geçireceksin ama söylemek zorundayım. Eşin artık eve gelemeyecek” diyor. Farid, eşini tanımlarken şöyle diyor; İnsanları güldürmeyi seviyordu. Hiç kimse ona baktığında, içindeki büyük yarayı göremezdi." Annesini bebekken, babasını çocuk yaşlarında kaybeden biri için, içindeki yaranın büyüklüğünü daha nasıl tarif etsin.
Tüm bu olayların olduğu şehrin adı Christchurch. Tercüme edersek Mesih(İsa) Kilisesi. Mesih Kilisesi şehrindeki bir camide yaşanan bu katliamdan sonra şehirdeki her inanıştan insan giderek olayın gerçekleştiği yere çiçekler atıyor, mumlar yakıyor, taziye notları bırakıyor. Birbirini tanımayan, farklı dinlere mensup, inanan inanmayan insanlar birbirlerine destek oluyor. Bunun tek sebebi ise katile duyulan öfke. İşte Farid’in o inanılmaz, belki de Tanrısal duruşu ve benim aklımda yer eden görüntüsü burada oluşuyor. Camide katledilenlerin yakınları ve şehir sakinleri katile öfke kusarken Farid çıkıyor ve “onu affediyorum” diyor. “Hayatının bir yerinde çok acı çekmiş olmalı ki böyle bir şey yaptı.”
Hayat arkadaşını, çocuğunun annesini öldüren bir katili affetmek. Kim bilir neler yaşadı diye empati yapabilmek. Onu sakat bırakan sarhoş şoförü affettiği gibi, eşine kurşun yağdıranı da affediyor.
Farid Ahmed ve Husna'nın son fotoğrafı
Eğer oralarda bir yerlerde her şeye gücü yeten bir Tanrı varsa, yarattıklarının ona ibadet etmesine, onun yarattıklarının onun için kurban edilmesine, ona inanılmasına veya herhangi bir insani değerle ifade edebileceğimiz bir şeye ihtiyacı olmamalı. Yaptığımız hatalar için bizi sonsuz ateşlerde yakacak Tanrı kavramından ziyade, ne yaparsak yapalım bizi sevecek bir Tanrı olmalı. Bizler eve yeni alınan televizyonu kıran 3 yaşındaki çocuklarız. Biz koltukları parçalayan kedileriz. Farid Ahmed’in seviyesine ulaşmadan, Tanrı katında yer almaya nasıl hazır olabiliriz? Yıllar geçtikçe İlhan İrem’in “ışık ve sevgiyle” diye bitirdiği konuşmaları bende daha bir anlam kazanıyor. Acaba ölmeden önce gerçekleri görebilecek miyiz, Veysel’in gönül gözüyle gördüğü gibi. Yoksa o seviyeye gelene kadar yeniden bedenlenecek miyiz? Her seferinde biraz daha öğrenerek.
Görüşmek üzere... Işık ve sevgiyle...
Şarkıda dediği gibi belki sonra başka boyutta, sevdiklerimizle başka bir formda, bilinçlerimiz kavuştuğunda, acılardan uzak bu sonsuzlukta…
Atatürk, dinlenmek için gittiği Florya Köşkü’nde Selanik'ten çocukluk arkadaşı Nuri Conker’le birlikteydi. Conker'in bir arkadaşının üstü açık arabası vardı. Atatürk o arabayı köşke getirtmesini istemişti. Nuri Conker’in arkadaşı gelince, Atatürk onun ceketini ve şapkasını da almıştı. Daha sonra Atatürk, köşke gelen misafirin kılığına girerek, Nuri Conker ile köşkten kaçarcasına çıkmışlardı.
Küçükçekmece taraflarına geldiklerinde, artık şehirden epey uzaklaşmış durumdalardı. Atatürk, yan tarafta tarlasını süren bir çiftçi görünce. Conker’e seslendi;
-Burada duralım.
Atatürk, arabadan iner inmez tarlaya daldı. Çiftçinin yanına gitti. O günlerde internet yok, tv yok, gazete de gelmiyor oralara, köylü Atatürk’ün neye benzediğini nereden bilsin. En fazla paranın üzerinde görüyordur. O da köylü de yok. Kendisine doğru gelmekte olan, şık giyimli birini görünce köylü duraksadı.
-Ağam merhaba. Buradan geçiyorduk da, seni görünce durduk.
-Buyur beyim.
-Sen neden tek öküzle kağnıyı sürüyorsun?
-Diğer öküzümü vergi memurları aldılar.
-Devlet mi aldı? Nasıl devlet aldı?
-Vergi borçlarımı ödeyemedim, el koydular.
-Olur mu canım öyle şey.
-Valla oldu beyim.
-İyi de bu saçmalık. Muhtar’a gitseydin.
-Aman beyim, muhtarın haberi yok mu sanarsın. Vergi memurları bana gelmeden önce ona gidip yerimi yurdumu sormuşlar. Muhtar da göstermiş.
-Kaymakam’a gitseydin, derdini anlatsaydın.
-Beyim kusura bakma da sen çok safsın. Zaten vergi memurlarını gönderen O değil mi?
-Valiye gitseydin. Böyle böyle oldu deseydin.
-Aman beyim, bilmez misin sağır bir adamdır, sesin ona ulaşmaz.
Köylü elini uzatıp tek dal sigarayı alıp, cebinden çıkarttığı çakmakla da Atatürk’ün sigarasını yakmıştır. Atatürk, "neden Gazi Paşa’ya gitmedin" diye sorar. Köylü ona öyle bir cevap verir ki, Atatürk çok üzülür.
Memleketin bin türlü sorunundan bir süre uzaklaşmak için çıktığı bu kısa yolculukta, Atatürk başka bir sorunla karşılaşmıştır. Köylüye eksik olan öküzünü alabilmesi için bir miktar para vererek “kolay gelsin” diyerek arabasına binip, Florya’ya doğru yola çıkar. Köşke geldiklerinde Nuri Conker’e “git o köylüyü akşam yemeğine buraya getir” der. Emir subayına da talimat verir. Valiyi, bakanları, başbakanı acilen çağır, akşam karşımda olsunlar.
Akşam olunca çağrılanların hepsi yemek masasının etrafında beklemektedir. Atatürk içeri girer, yerine oturur. Selamlaşma faslından sonra Atatürk o akşam neden onları çağırdığını açıklar.
-Az sonra buraya efendiniz gelecek.
Bu arada Nuri Conker, köylünün yanına gittiğinde, sigarasından içtiği adamın Atatürk olduğunu, onu akşam yemeği için köşke beklediğini söyleyince, köylü çok korkar. Atatürk için söylediklerini düşünür ve paniğe kapılır. Nuri Conker güç bela onu köşke getirir. Atatürk’ün emir subayı bir kolunda, Nuri Conker diğer kolunda Halil Ağa’yı bin bir güçlükle içeriye sokarlar. Halil Ağa’nın geldiğini gören Atatürk ayağa kalkıp, hemen yanındaki koltuğu işaret ederek buyur eder.
Gergin ve ürkmüş Halil Ağa, dizleri titreyerek koltuğa oturur. Atatürk söze girer;
-Bugün seninle konuştuklarımızı bire bir bu arkadaşlara anlatmanı istiyorum. Neden kağnında bir öküzün var? Diğer öküze ne oldu?
-Aman Paşam, ayıp olur, yapmayın etmeyin.
-Ayıp olmaz. Sen bana bugün bu masadakiler için ne söylediysen, bunların suratına söylemen için buradasın. Korkma, söyle hadi.
-Vergi borcum vardı, vergi memurları el koydu.
-Yahu öyle şey olur mu? Kaymakam’a neden gitmedin?
Halil Ağa, sofradakilere şöyle bir bakar. Neyse ki Kaymakam masada yoktur.
-Beyim kusura bakma da sen çok safsın. Zaten vergi memurlarını gönderen O değil midir?
-Peki Vali’ye neden gitmedin? Bana verdiğin cevabın aynısını söyle lütfen.
Halil Ağa, sofradakilere bakar. Vali (Muhittin Üstündağ) orada oturmaktadır. Yine de cevap verir.
-Aman beyim, bilmez misin sağır bir adamdır, sesin ona ulaşmaz.
Atatürk’ün has adamı olan Vali ile İsmet İnönü hiç geçinemez. Bu cevap İsmet İnönü’yü kahkahaya boğar. Bunun üzerine Atatürk devreye girer.
-Dur İsmet, sıra sana da gelecek.
Atatürk, Halil Ağa’ya dönerek sorar.
-Peki Başbakan’a niye gitmedin?
Halil Ağa, önce cevap vermek istemez. Bunun üzerine Atatürk onu yüreklendirir.
-Korkma söyle, sen burada benim özel konuğumsun. Bana ne dediysen aynısını burada söyle.
Atatürk’e sırtını dayayan Halil Ağa, cevabını tekrarlar.
-O da sağırın sağırıdır. Bizi duyamaz.
Bunun üzerine İsmet Paşa dışındakiler kahkahayı basar. Masadakiler gülüşürken Atatürk, Halil Ağa'ya yine sorar.
-Peki Gazi Paşa’ya neden gitmedin?
-Yoooo Paşam, beni öldürsen senin için söylediklerimi burada senin yüzüne söyleyemem.
-Peki o zaman ben söyleyeyim. Kendisine neden Gazi Paşa’ya gitmediğini sorduğumda bana; “Gazi Paşa köşkünde yer içip, yan gelip yatar. Ne anlar bizim derdimizden” diye cevap verdi.
Az önce kahkahalar atanlardan artık ses seda çıkmamaktadır. Atatürk, eline rakı şişesini alır, dönüp sorar;
-Sen içmez misin Halil Ağa.
-Paşam kim bulur da içmez.
Gecenin sonunda Halil Ağa müsaade isteyip ayrılır. Atatürk, onu evine kadar bırakmalarını söyler. Halil Ağa gidince de, Atatürk masadakilerin içinden geçmeye başlar. İsmet Paşa’ya söylediği “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesiydi. Siz ne yaptınız böyle?” sorusuna net bir cevap alamamıştır. Sabah olduğunda yeni bir yasa çıkar. Artık çiftçinin ve ailesinin evine, tarlasına, hayvanına, nakil vasıtalarına ve diğer teferruatına haciz getirilemez.
Bugün, ülkemizin nüfusu (kaçak sığınmacılar hariç) 82 milyon. Tüm ülkeye sadece 500.000 çiftçi bakıyor. Sayıları da gitgide azalıyor. Hani markete gidip domates, biber, soğan, patates alıyorsunuz ya. İşte bu 500.000 çiftçinin, toprağa ektiği iyilik sayesinde.
Peki ben bu hikâyeyi niye anlattım?
Bir çiftçinin şeker fabrikasına satacağı şeker pancarlarına karşılık bir miktar temlik kredisi veriliyor. Çiftçi de üretim için ihtiyaç duyduğu her ne ise onun için ödeme yapıyor. Bu çiftçilerden biri de Refik Gülce. Çekmeyi düşündüğü temlik kredisi ile aldığı traktörün taksitini ödemeyi planlıyor. Ancak pancar kooperatifinde mevcut yönetime muhalefet ettiği için kendisine kredi verilmeyeceği söyleniyor. Bunun üzerine Refik Gülce'nin annesi, çocuğuma haciz gelmesin, faiz binmesin diye ineğini satıyor.
Halil Ağa'nın kağnısındaki öküzü alanlarla, Refik Gülce'nin annesine sabah sağdığı ineği öğlen vakti sattıranlar, Cumhuriyet'in ne olduğunu anlayamamış kişiler. Yaşadığım her gün, Mustafa Kemal Atatürk'ü daha çok sevmeme ve daha iyi anlamama neden oluyor. Keşke biraz da ülkeyi yönetenler, yönetmeye aday olanlar ve onlara oy verme hakkına sahip olanlar anlayabilse.
Radyo, Televizyon ve Sinema Fakültesi’ni bitireli bir yıl olmuştu. Üç kuruşa hayatını idame ettirebilmek için meslek ahlakını rafa kaldırmış, patronlarının çıkarlarına hizmet etmek için güdülenen kölelere dönüşmüşlerle, patronlarının çıkarlarına ters olmayan ama başka birilerine fayda sağlayacak haberleri yaparak nemalanan düzenbazlarla, aynı ofiste çalışmak için oradan oraya iş görüşmesine gitmiştim. Hiçbiri bana olumlu yanıt vermemişti. Kendi kendimi sorguluyordum, zaten işe girsem bile kısa sürede beni işten çıkarırlardı. Onların istediği türde bir çalışan olamayacak kadar doğrularım vardı.
Sabah olunca yataktan hiç çıkasım yoktu. Bir süre tavana bakarak düşündüm. Sonra yan tarafa dönüp uyumaya çalıştım ama artık uyanmıştım, uykuya yeniden dalamıyordum. Yatağımın içinde doğruldum ve yanımdaki kitaba elimi uzattım. Kaldığım yerden okumaya devam ettim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım. Annem, odamın kapısından kafasını uzatıp bana seslenmişti.
-Kızım uyandın mı? Hadi artık kalk, dışarıda işimiz var.
Kafamı kaldırdığımda annemin gülen yüzünü gördüm.
-Hayırdır anne, bugün çok mutlu gözüküyorsun.
İçeri girip, ayakucuma oturdu. Elini göğsünden içeri sokup bir zarf çıkardı.
-Baban bunu sabah giderken verdi. “Kızıma bir şeyler al” dedi.
-Anne ya, ne gerek var? Benim üstüm başım var. Bununla market alış verişi yapalım.
-Olmaz kızım, baban kızar. Adamın gönlünden kopmuş. Hadi kalk kahvaltını yap da, çıkalım.
Babam vergi dairesinden emekli olduktan sonra da çalışmaya devam ediyordu. Bize söylediğine göre belediyede çalışıyordu ama tam olarak ne iş yaptığını bilmiyorduk. Belediye’nin çevre başkanlığı diye bir birimi varmış. Sorduğumuzda bize kızmıştı;
-Vergi Dairesi’nden emekli memurum. Ne yapabilirim ki? Aşçılık yapıyorum, tamam mı? Rahatladınız mı?
Bu cevaba annemle beraber çok gülmüştük. Çünkü babam, sahanda yumurta bile yapamayan adamdı. Bildiğimiz, sabahları çok erken evden çıktığı ve akşam olmadan döndüğüydü. Evin faturaları, kirası ödeniyordu ve soframıza yemek koyabiliyorduk. Sanırım bizim için ötesi çok da önemli değildi.
Annemle mağazaları dolaşırken en çok O mutluydu. Uzun süredir alış verişe çıkmamış bir kadın için bundan daha iyi bir terapi düşünülemezdi. Annem, her zaman olduğu gibi, “kızım senin eteğin yok, senin kotun eskidi, senin montun yıpranmış” şeklinde beni yönlendirmeye çalışıyordu. En sonunda anneme karşı çıktım;
-Hayır anne, benim ihtiyacım olan tek şey iç çamaşırı.
Şaşırmış bir şekilde yüzüme baktı.
-Kız yoksa senin sevgilin mi var?
-Evet, var anne. Bunun neresi tuhaf?
-Kızım baban çok kızar. Eğer ciddi değilse sakın söyleme.
-Ciddi anne hem de çok ciddi. Birbirimizi çok seviyoruz.
-Kızım o zaman neden gelip istemiyorlar?
-Çünkü O da benim gibi işsiz, tamam mı? Babam sorduğunda ne cevap verecek çocuk?
Annem, üzüntüyle başını önüne eğip, arkasını dönerek mağazanın içinde yürümeye başladı. Sonra bana döndü.
-Alt katta.
-Ne alt katta anne?
-İç çamaşırları. Gecelikler filan. Hadi gel.
Annem elini uzatmış, benim gelmemi beklerken hızlı adımlarla yanına gidip elini tuttum. Yürüyen merdivenlerden inerken kulağına fısıldadım.
-Belki senin için de bir şeyler vardır.
-Kızım o nasıl söz aaaa, ayıp bir daha söyleme.
-Niye ayıp olsun anne, sence babam hak etmiyor mu böyle bir şeyi?
-Tüü sana. Ben seni böyle mi yetiştirdim? Anneyle böyle şeyler konuşulur mu? Edepsizlik etme.
-Aman anne ya, hadi ama azıcık hayatına renk gelsin.
-Benim hayatım yeterince renkli. Sen kendine bak.
Mağazadaki en seksi iç çamaşırları denemiş, iki tanesinde karar kılmıştım. Böylece annem için de harcayacak para kalacağını hesap ediyordum. Üstümü giyinip soyunma kabininden çıkınca, annemi aynanın karşısında kırmızı bir geceliği üstüne tutarken gördüm. Yanına gittiğimde utanarak yerine koydu. Geceliği olduğu yerden aldım ve aynanın karşısına geçerek üstüme tuttum.
-Çok güzel değil mi?
-Çok genç işi.
-Anne sen de gençsin.
-Olduğu gibi içini gösteriyor. Bu giyilir mi hiç?
-Tamam işte, çıplak bedenine giyersin ve kocanın karşısına geçersin.
-Kızım sen ne ara bu kadar terbiyesiz oldun aaaaaa? Hiç utanman yok mu senin?
-Anne eğer bunu almazsan, ben de beğendiklerimi almayacağım. Hemen eve dönelim.
Annem, geceliği elimden alarak suratıma sert bir bakış fırlattı. Aynaya dönerek üzerine tuttu.
-Şimdi bunu mu almalıyım diyorsun?
-Evet anne, sana çok yakışacak.
Kızından bile utanan annemim suratı, üzerine çamaşır suyu dökülmüş siyah renkli bir tişört gibi beyaza dönüşmüştü. “iyi tamam, hadi kasaya gidelim”
Akşam yemeğinde sofraya oturmuştuk. Babam anneme “eline sağlık hanım” derken, annemin ne ara bu yemekleri yaptığını sorguluyordu.
-Yahu siz bugün alış verişe gitmediniz mi? Ne ara yaptın bunları?
-Aman canım, kızım yardım etti, hemen hazırladık işte.
-Bu pilavı hanginiz yaptı?
-Kızım yaptı babası.
-Aferin kızım, eline sağlık.
-Afiyet olsun baba.
Babam bir yandan yemeğini yerken, bize bir arkadaşının oğlundan bahsediyordu.
-Siz tanımazsınız, bir arkadaşımın oğlu var. O da senin gibi iş arıyor kızım. Her geçen gün iş bulmak daha da zorlaşıyor. Çocuk mühendis ama iş bulamıyor. İşi olmadığı için de evlenemiyormuş.
-Baba mühendisin işi daha kolay. Sonuçta binlerce şirket var. Benim medya sektöründe iş bulmam daha zor.
-Çocuk iş bulmuş aslında. Ancak dik kafalı bir çocuk. Ben ülkeyi soyan şirketin mühendisi olmam diyor. Teklifi geri çevirmiş.
-Tam benim kafadanmış. Isındım çocuğa haaa.
-Ben de öyle dedim zaten. Benim kızım da senin gibi dedim. Sizi evlendirelim de, ikiniz de aç kalın diye takıldım.
Anneme sevgilim olduğunu söylediğim için, lafı değiştirmek için babama sordu.
-Canım sana bir duble doldurayım mı?
-Dur hanım şimdi lafı değiştirme. İşin şakası bir yana, hem yakışıklı hem akıllı çocuk. Bir ara tanışmanızı çok isterim. Bugün işi gücü yok ama nasıl olsa bir yere kapağı atar. Bu devirde böyle adam kalmadı. Sen bi düşün kızım.
-Sağol baba, ben almayım.
-Zaten başka bir cevap beklemiyordum. Tam senden beklediğin cevabı verdin. Eee söyleyin bakalım, bugün neler aldınız?
Babam, kendisi için koyulan kâsedeki salatayı kaşıklarken, annemle birbirimize baktık. Haliyle cevap veremedik.
-Ne aldınız diyorum? Alış verişe gitmediniz mi?
Annem, benim cevap veremeyeceğimi bildiği için hemen devreye girdi.
-Aldık işte bir şeyler. Çok da ihtiyacı yokmuş, ufak tefek şeyler aldık geldik. İşte çorap filan.
Annem elini göğsüne uzatarak bir zarf çıkardı. Babamın tabağının yanına koydu.
-Bunlar arttı bey. Başka ihtiyaçlarımız için kullanırız.
-Teşekkürler babacığım. Aslında her şeyim vardı ama ufak tefek bir şeyler alıp döndük.
Babam, iştahla yediği yemeği, sanki kafasına silah dayanmışçasına zorla bitirdi. Gecenin kalanında hiç konuşmadı. Belli ki kızmıştı. Tüm gece asık suratıyla televizyona boş gözlerle baktı. “İyi geceler, yarın erken kalkmam lazım” diyerek yerinden kalkarken annem de hareketlendi. Beraber yatak odasına girdiler. Ben de, salonun ışıklarını kapatıp odama giderken, annemin masaya koyduğu zarfın hala orada olduğunu gördüm.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştım. Gece, uykuya dalmadan önce gökyüzünü izlemek için açık bıraktığım perdeden giren güneş ışığı, odayı aydınlatıyordu. Odamın kapısından çıkıp mutfağa doğru giderken, gülüşme sesleri geliyordu. Belli ki annem, dün gece çıplak vücuduna yeni aldığı kırmızı geceliği giymişti. Babamın “aşkım”, “sevgilim”, “hayatım” sözleriyle annemi mutfak tezgâhında sıkıştırmasından anlaşılıyordu.
“Günaydın” diyerek ortama muhteşem bir giriş yaptığımda, ikisinin de elleri ayaklarına dolanmıştı. Babam hemen dün akşamki moduna geçiş yaparak, tok bir sesle “günaydın” diye cevap vermişti. Annem, kendisini babamdan daha hızlı toplamıştı.
-İyi ki erken kalktın kızım. Bak baban çok üzülmüş, dün hiçbir şey almadık diye. Kahvaltıdan sonra alış verişe gideriz.
-Olur mu baba, ben ihtiyacım olanları aldım.
-Olmaz kızım, bak pantolonun yırtık dolaşıyorsun. Annene de söyledim, gidin bir tane kot alın.
-Ama baba bu moda. Herkes yırtık kotla geziyor.
-Başlarım öyle modaya. Yarın iş görüşmesine giderken yırtık kot ile mi gideceksin? Ben patron olsam, karşıma öyle geleni işe almam.
-Tamam baba, sen nasıl istiyorsan.
-Tamam kot alma mont al, bir gece kıyafeti al, ayakkabı al. Bak güzel kızım, biliyorum sen bizi düşünüyorsun ama sen benim tek evladımsın. Ben de bir baba olarak bir şeyler yapmak istiyorum.
-Tamam baba, senin dediğin gibi yapacağım. Bugün annemle çıkar, alırız.
-Hah şöyle ya. Ohh be. Vallahi rahatladım. Aşkım sen gel şöyle otur, ben çayları doldururum.
Annem sabahlığını, ateş gibi yanan kırmızı geceliğini örtecek şekilde kapatırken, babamın kendisi için çektiği sandalyeye kraliçe edasıyla oturmuştu. Birbirimize bakıp göz kırpmıştık.
Babamı işe yolculadıktan sonra, annemle sofrayı topluyorduk. Durup dururken bana sertçe çıkıştı.
-Bana bak kız, o aldıklarını evlenmeden önce sakın giyme.
-Anne ya.
-Beni dinle kızım. Sakın ha. Erkekler üzerinde acayip etkili. Babana baksana. Sakın ha kızım, sakın ha.
-Anne ya, tamam, offff yaaaa.
-Hiç öf püf yapma. Hadi etrafı toplayalım da çıkalım.
Dün gittiğimiz mağazalardan birine girdik. Kadın reyonu bir alt kattaydı. Mağazanın içindeki yürüyen merdivene doğru ilerledik. Annem öndeydi. Ayağını atmasıyla yürüyen merdivenin son basamağına kadar yuvarlanması bir anda gerçekleşti. Merdivenleri hızla inerken annemin inleme sesleri artıyordu. O sırada kafamın içinde bir ses duydum. Sanki birisi kulağımın dibinde fısıldıyordu.
Yaşadığım panikle sesi önemsemedim. Çığlık çığlığa annemin yanına gittim. Ayağı kırılmış, derisini bile delip dışarı çıkmıştı. Kafamdaki ses tekrarlıyordu.
Etrafıma baktım, kulağıma fısıldayacak kadar yakın kimse yoktu. Anlam veremedim ama kalabalığa çaresizce dilendim;
-Lütfen bir yerlerden buz bulur musunuz?
İyi giyimli onlarca kişi sadece bizi izliyordu. Hiçbiri hareketlenmedi. Üzerindeki önlükte, mağazanın içindeki kafenin adı yazılı, esmer, uzun boylu, garson kıyafetli biri kalabalığı yararak yanımıza geldi.
-Abla, sen bunu al, ben daha fazlasını bulacağım.
Bir avuç dolusu buzu avuçlarıma doldurup gitmişti. Buzları annemin bacağında ovuşturarak dolaştırdım. Ellerim buzun soğukluğundan yanmaya başladığında, garson bir poşet ile yeniden gelmişti. Buz dolu poşeti annemin bacağına sarıp sarmaladık. Garson anneme seslendi;
-Teyzeciğim merak etme iyileşeceksin. Benim de ayağım kırıldı, bak şimdi nasılım. Sen de iyileşeceksin. Bak kızın yanında, şimdi ambülans da gelecek, bir şeyciğin kalmayacak.
Garsonun anneme bir psikolog gibi yaklaşımına hayran olmuştum. Bir süre sonra annemin elini tuttuğunu gördüm. Sanki benim değil de onun annesinin ayağı kırılmıştı. Sonra sağ elini annemin kırılmış ayağının üzerinde dolaştırdı. Annemin inlemeleri bitmişti ve garson çocuğa gülümsüyordu. Tüm bunlar olurken 112 gelmişti. Ağrı kesici bir iğne yapmak istediler ama annem canının acımadığını söylemişti. Kırılmış kemiği teninden dışarı çıkmıştı, nasıl canı acımayabilirdi. Annemi alıp, acilen hastaneye götürdük. Garson çocuğa bir teşekkür bile edememiştim ama nasıl olsa nerede çalıştığını biliyordum. Annem iyileştikten sonra onu ziyaret etmeye kendime söz verdim.
Ambülansın içinde annemin elini tutarken, kulağıma fısıldayan ses yeniden konuşuyordu.
-Karşı odadayım, yanıma gel.
Anneme çok üzüldüğüm için anormal bir ruh hali içinde olduğumu düşünüp, hiçbir ses duymadığıma kendimi ikna etmiştim. Aksi halde durum benim için hiç de iyi değildi.
Annemi hastaneye getirdik. Hemen ameliyata aldılar. Babamı arayıp haber vermiştim. Kısa sürede hastaneye geldi. Ambülansa bindiğimizde bana sormuşlardı; “en yakın hastaneye mi, yoksa devlet hastanesine mi” diye. Ben de panikle “en yakın hastane” demiştim. Bu sorunun sorulma amacının aslında özel hastane mi, yoksa devlet hastanesi mi olduğunu bilmiyordum. Geldiğimiz yer özel bir hastaneydi. Her ne kadar devletten sigortalı olsak da, özel sigortamız yoktu. Şimdi bir sürü masraf çıkacaktı.
Annem için ayrılan odada babamla beklerken dışarı çıktım. Karşıdaki odanın kapısına doğru baktım. Elim kapının koluna gitti ama açmadan geri döndüm. Katta görevli hemşirelerden birine, karşımızdaki odada kimin kaldığını sordum. Aldığım cevabın karşısında şaşırmıştım.
-Hani şu ünlü yazar mı?
-Evet efendim.
-Yani siz şimdi kitapları milyonlarca satmış bir adamın bizim karşı odamızda olduğunu mu söylüyorsunuz?
Hemşire, elindeki kitabı göstererek,
-Günlerdir bunu imzalatmaya çalışıyorum. Çok da heveslenmeyin. Kendini beğenmişin teki. Yüzünüze bakmaz. Kendisine damar açıyorum, ilaçlarını, yemeğini zamanında veriyorum sonra altından alıyorum ama konu bu kitabı imzalamaya gelince beni odadan kovuyor.
Odaya döndüğümde babamın camdan dışarıya baktığını görmüştüm. Gökyüzüne bakıyordu. Yanına gittiğimde bana sordu;
-Onları görüyor musun?
-Kimi?
-Onları, işte oradalar.
-Hayır baba, kimden bahsettiğini bilmiyorum?
-Gemiler burada. Umarım annen için gelmemişlerdir.
-Hangi gemiler? Baba, sahilden çok uzaktayız.
-Yukarıdaki gemiler kızım. Kimin için geldiler acaba?
Babamın, annemin ameliyatta olmasından dolayı çok üzüldüğü belliydi. Yine de sormadan edemedim.
-Baba. Hastane masraflarını ödeyebilecek paramız var mı?
Babam cevap vermedi. Sorumu yinelediğimde de cevap vermedi. Israrla tekrar sordum. Yine cevap vermemişti. Gözü hep pencereden dışarı bakıyordu. Onu sarstım ve kendine gelmesini sağladım.
-Baba sana diyorum. Hastane masraflarını nasıl ödeyeceğiz?
-Bilmiyorum kızım. Benim bu kadar param yok. Sigorta bir kısmını karşılıyor ama kalanı nasıl öderiz bilmiyorum. Annen bir iyileşsin de, onu da hallederiz.
Kafamı pencereden yukarı doğru kaldırdığımda hiçbir şey göremiyordum. Babam ise oralarda bir yerde bir şeylerin olduğuna emindi. Babamı pencere önünde bırakıp, odadan dışarı çıktım. Karşıdaki odanın kapısını tıklattım. Yavaşça kapı kolunu aşağı indirip kapıyı açtım. İçeri yavaş adımlarla girdiğimde, kitapları milyonlarca satan adam yatakta hareketsiz duruyordu. Kafasını pencereye dönmüş, gökyüzünü izleyen bir adamdı. Sonra kafasını bana doğru çevirdi.
-Hoş geldin.
-Merhaba. Geçmiş olsun. Ben karşı odada…
Sözlerimi bir el hareketi ile kesmişti. Bana bakarken gülümsüyordu. Sanki uzun yıllardır görmediği birini görmüş gibiydi. Fiziksel olarak hareketleri kısıtlanmış olsa da, gözlerindeki pırıltıdan heyecanı anlaşılıyordu.
-Merak etme, annen iyileşecek. Gel otur şöyle.
Yatağının karşısındaki koltuğa oturmuştum ama ben ona hiçbir şey anlatmadan annemle ilgili ayrıntıları biliyor olması beni korkutmuştu.
-Biliyor musun, gökkuşağı kadar güzelsin.
-Teşekkür ederim. Biraz abartılı bir söz ama sizin gibi şair ruhlu birinden de başkası beklenemezdi?
-Şair mi? Hayır hayır. Ben sadece yağmurlar altında ıslanan, ıslak, yorgun, tutkulu bir yolcuyum.
-Anlamadım.
-O yüzden “ANLASANA” diye haykırmış filozof. Artık anlaman gerek.
-Benim neyi anlamam gerekiyor? Bu hangi filozof?
-Haykırmak istiyorum ama konuşamıyorum.
-Neden konuşamıyorsunuz?
-Konuşursam… Konuşursam gözyaşlarım beni boğacak.
-Siz… Odaya girdiğimde gülümsüyordunuz. Şimdi anlam veremediğim cümleler kuruyorsunuz. Merak ettiğim şey, kafamın içine nasıl girdiğiniz? Benimle konuşan sizdiniz değil mi? Bunu nasıl yaptınız?
-Yüzümde yapay bir neşe, ardında ise bin bir bilmece. Haklısın. Sana açıklamam lazım. Buraya gelir misin?
Oturduğum koltuktan kalkıp yanına gittim. Babamın az önce, pencereden bakarken bana sorduğu soruyu sordu.
-Pencereden dışarı bak. Onları görüyor musun?
Pencereden dışarı baktığımda, gökyüzünde parıl parıl parlayan araçlar vardı. Havada asılı duruyorlardı.
-Aman tanrım, ne kadar çok.
-Onları görebiliyor musun?
-Evet.
-Kimin için geldiklerini biliyor musun?
-Hayır bilmiyorum.
-Bu araçlardan bir tanesi benim için günlerdir burada. Beni almak için geldi. Benim artık dönmem gerek ama doktorların uyguladıkları tedavi nedeniyle hala buradayım.
-Ne yani ölecek misiniz? Hayır, bu olamaz.
-Ölümün kötü bir şey olduğunu da nereden çıkardın?
-Bir tanesinin sizi almak için geldiğini söylediniz.
-Evet ama bunun kötü olduğunu neden düşündün?
-Ölüm kötüdür çünkü. Bir daha nefes alamamak, toprağın altında bedenin çürümesi… Düşüncesi bile kötü.
-Ahh güzel kızım. Ölümün bir son olduğunu değil de, yeni bir başlangıç olduğunu bilseydin, yine böyle düşünür müydün? Toprak altında çürüyen beden ise kısa bir süre üzerimize giydiğimiz kıyafetten başka bir şey değil. Asıl olan o bedenin sahibi olan ruhtur.
Hayatımda ilk defa gökyüzünde asılı duran, dünya dışı araçlar görmüştüm ama bu beni hiç korkutmamıştı. Tam tersine onlara bakınca garip bir huzur hissetmiştim.
O sırada sevgilimden gelen telefonla kendime geldim. İzin isteyerek yanından ayrıldım. Koridorda telefonu açtığımda, onun sesini duymak beni mutlu etmişti.
-Aşkım, merhaba iyi misin?
-İyi değilim bir tanem. Annem ayağını kırdı, ameliyata aldılar, hastanedeyiz.
-Hangi hastane, söyle hemen geliyorum.
-Olmaz bir tanem, babamla böyle tanışmanızı istemiyorum.
-Hayır, seni böyle bir durumda yalnız bırakamam.
-Lütfen beni dinler misin? Bu şekilde tanışmanızı istemiyorum.
-Gerekirse sabaha kadar tüm hastaneleri dolaşır, seni bulurum.
-Ah benim güzel yürekli sevgilim. Seni çok özledim ama bu şekilde olmaz. Lütfen beni dinle.
-Tamam, madem öyle diyorsun, ben nasıl olsa seni bulurum. Haydi görüşürüz.
Telefon bir anda kapanmıştı. Bu adam hiç laf dinlemiyordu. Aceleyle odaya döndüm. Babam hala pencere önündeydi.
-Onları göremiyor olmanı anlamıyorum.
-Görüyorum baba. Merak etme annem için gelmediler.
-Görüyor musun? Gerçekten mi? Annen için gelmediklerini nereden biliyorsun?
-Karşı odada yatan hasta. Hani şu kitapları milyonlar satan yazar. Onunla konuştum.
Babam hafifçe gülümseyerek pencereden yukarıya bakmaya devam etti. Odanın kapısı açıldığında annemi getirmişlerdi. Yarı baygın yarı uyanık haldeydi. Babam telaşla yanına gidip elini tuttu. O güne kadar görmediğim şekilde ona sevgi sözcükleriyle hitap ediyordu. Benim diyen şair böyle cümleler kuramazdı. Annemle babamın arasındaki o güçlü bağı böylesine aleni bir şekilde ilk defa görüyordum.
Hava karardığında, annem de kendine gelmişti. Babam, benim eve gitmem gerektiğini söylüyordu.
-Hadi kızım, sen artık eve git. Ben annenin yanında kalırım. Yarın işe erken gideceğim. Sabah 06:00’da burada ol.
-Olmaz baba, sen git, ben annemle kalırım.
Babamın gözlerinden alev çıkıyordu. Belli ki sevdiği kadını yalnız bırakmak istemiyordu. Annem babamın elini tutarak, bana seslendi.
-Güzel kızım, ben iyiyim merak etme. Babanla bir geceyi daha beraber geçirmeyi çok isterim. Hadi sen eve dön. Sabah gelirsin, baban da işe gider.
İkisinin de baş başa kalmak istemelerini anlıyordum. Annemin yerinde olsaydım, ben de kocamı tercih ederdim. Çantamı alarak odadan çıktım. Karşıdaki odaya baktım, içeri girmek için hareketlendim ama aklıma hemşirenin söyledikleri geldi. Hemşirelerin olduğu odaya gidip, kitabı imzalatmak isteyen hemşireyi buldum.
-Merhaba. Hani kitap için imza istiyordunuz ya…
-Evet, işte burada. Gece nöbetlerinde okuyorum.
-Onu imzalatmamı ister misiniz?
-İnanmıyorum. Gerçekten mi? Çok mutlu olurum.
Kitabı hemşirenin elinden alıp, annemin karşı odasındaki ünlü yazarın odasına girdim. Sanki odada yalnız değilmiş gibiydi. Eliyle odadaki birilerine işaretler ediyordu, çekilin gibisinden. Yatağının yanına gittiğimde, elimdeki kitabı uzattım. Çantamdan bir kalem verdim ve hemşire için imzalamasını istedim. Garipti ama odada sanki başka birileri olduğunu hissediyordum. Kitabı elimden alınca çevreme baktım ama oda bomboştu. Yine de hissettiklerim başkaydı.
-Ruhsuz birisi için bu çok büyük bir iyilik.
-Hayır, o kadın sana günlerdir bakıyor. Bunu ona borçlusun.
Benimle aynı fikirde olmasa da, kitabı imzalayıp bana uzattı. Elinden alarak hızlı adımlarla odadan çıkmak istedim ama bir anda durdum, sormadan edemezdim. Döndüm ve ona doğru birkaç adım attım. Etrafa bakıp sordum;
-Buradalar değil mi?
Bana cevap vermesine gerek yoktu. Suratındaki gülümseme ve onlara doğru attığı bakış her şeyi anlatıyordu. Yanına yaklaştım, alnına doğru eğilip bir öpücük kondurdum.
-Görüşürüz.
Bana yine gülümsedi. Odadan çıkarken bana eşlik ettiklerini biliyor olmama rağmen hiç korkmadım. Kitabı hemşireye vermek için olduğu odaya gittim. Kitabı verdiğimde bana sarıldı.
-Merak etmeyin, annenize çok iyi bakacağım.
-Hayır hayır, bunu onun için yapmadım. Bunu senin için yaptım.
Bana robot gibi cevap vermişti. Gerçekten de içinde barındırdığı bir ruh yok gibiydi.
-Annenize çok iyi bakacağım.
Odadaki diğer hemşireler de ondan farklı değildi. Sanki bir android ordusu içinde olduğumu hissederek, eve doğru yol aldım.
Eve döndüğümde, sessizliğin gürültüsüyle yüzleşmiştim. Annemin ve babamın olmadığı evimde, her zaman hissettiğim güven ve sıcaklık duygusu kaybolmuştu. Sokak kapısını kilitledim, odamdan içeri girince odamın kapısını bile kilitledim. Yatağıma yatıp, bir süre telefonumdan sosyal medyaya göz gezdirdim. Aklıma annemin karşı odasında yatan yazar geldi. Onun adını yazarak arama tuşuna bastım. Gördüklerim karşısında şok olmuştum. Daha birkaç saat önce imzalattığım kitap, sosyal medyada açık artırmayla satışa çıkmıştı. Tüm gece, yazarın söylediklerini düşünüp sorguladım. Uyuyakalmışım. Sabah olduğunda saat 09:00’u biraz geçiyordu. Apar topar üstümü giyinip hastaneye gittim. Annemin yattığı odaya girdiğimde annem yalnızdı.
-Anne, babam nerede?
-Günaydın kızım. Baban işe gitti. Merak etme ben iyiyim.
-Yaptım kızım. Sabah bize kahvaltı geldi. Baban da kahvaltısını yapıp öyle gitti zaten.
-Tamam o halde. Ben bir kahve alıp geleyim. Sen de bir şey ister misin?
-Yok kızım teşekkürler. Hadi git sen de bir şeyler ye, öyle gel.
Hastanenin kantininden aldığım kahve ve tostu yedikten sonra odaya geri döndüğümde içerisi gül bahçesine dönmüştü.
-Ahhh kızım gel bak, beni kim ziyarete geldi.
Onu görmemem imkânsızdı. Mavi gözleriyle bana resmen ateş ediyordu. Sevgilim, annemle çoktan tanışmış, hatta annem onu çoktan damat olarak kabullenmişti.
-Ne işin var burada?
-Sana demiştim, seni bulurum demiştim. Biraz zaman aldı ama sonunda buldum işte.
Annemle çoktan kaynaşmışlardı. Babamın işe gitmiş olmasına hiç bu kadar sevinmemiştim. Kolundan tutup, onu odadan dışarı çıkardım.
-Beni nasıl buldun? Sana söyledim, lütfen dedim, gelme dedim, beni zor duruma düşürdün.
-İşin aslı, sen telefonda öyle deyince, hiçbir şey yapmadım. Ancak gece boyunca kafamın içinde bir ses konuşup durdu. Deliriyorum sandım.
-Kafanın içindeki ses mi?
-Evet. Sanki kulağıma birisi fısıldıyor gibiydi. Hastanenin adını, odanın numarasını, tüm gece kulağıma birisi fısıldıyor gibiydi. Ben de bilmiyorum, bu nasıl oldu ama işte buradayım.
Hışımla karşı odanın kapısını açıp içeri daldım.
-Sen ne cüretle benim hayatıma müdahale edebilirsin?
Cevap gelmeyince yeniden seslendim.
-Sana söylüyorum, cevap versene be adam.
Onca bağırtıya rağmen yerinden kıpırdamıyordu. Yanına gittim, elini tuttum, teni buz gibiydi. Suratı bembeyaz, gözleri hala pencereye doğru bakıyordu. Parmaklarımla gözlerini kapattım. Pencereye doğru kafamı kaldırdım. Gemilerin bir kısmı hala orada olsa da, sayıları azalmıştı. Arkamdan gelen sevgilimin elinden tutup, dışarı çıkardım. Odanın kapısını usulca kapattım. Olanlara anlam verememiş ve soğukkanlılığım karşısında şaşırmıştı. Hemşirelere haber verdim. Öğleden sonra odaya başka bir hasta gelmişti.
Sevgilimi zorla da olsa gönderdikten sonra annemle baş başa kalmıştık. Babam gelene kadar sevgilim hakkındaki her detayı onunla paylaşmıştım. Babamın mesai sonrası gelişiyle annemin yüzündeki değişimi hiç unutamıyorum. Sanki ameliyat olmuş gibi değil de, ağrı kesicilere rağmen sancısı devam etmiyormuş gibi değil de, balayına çıkmış yeni evli bir kadına dönüşmüştü. Babam ise ondan daha fazla mutluydu. Babamın annemi öpücüklere boğan, neredeyse sevişmeye gidecek olan anların sonuna doğru, ikisi de kendisine gelmiş ve benim de odada olduğumu hatırlamışlardı. Kendi kendime, “vay anasına be, ne kırmızı gecelikmiş” diye iç geçirmiştim. Kendilerine geldikten sonra babamın kulağına fısıldayarak sormuştum.
-Baba, yarın çıkış yapacağız. Ödemeyi nasıl yapacağız?
-Merak etme hallettim.
-Hallettin mi? Nasıl hallettin?
-Şimdi sırası değil. Anlatırım sonra.
Bir sonraki gün, sabah saatlerinde hastaneden çıkmıştık. Sevgilim gün boyu annemi arıyor, onun sağlığını soruyor, dünyalar da annemin oluyordu.
-Kızım, açık söyleyeyim senin böyle bir çocukla sevgili olacağını hiç düşünmezdim.
-Çok mu beğendin?
-Çok beğendim. Saygılı, yakışıklı, tam evlenilecek çocuk. Bu devirde böylesi kalmadı.
-Anne çok beğendiysen sana yapayım.
-Terbiyesiz seni. Sen nasıl konuşuyorsun kızım. Hiç duymamış olayım. Git sofrayı hazırla, baban gelir biraz sonra.
-Aman anne ya, takılıyorum işte sana.
-Takılıyormuş. Çok konuşma da, git sofrayı hazırla. Lafa bak ya, sana ayarlayım diyor. Biz seni böyle mi yetiştirdik? Yapma kızım bana şaka yapma.
-Tamam anne, sana bir daha şaka yapmam ama çok beğendiysen…
Annemin, yanındaki terliğe uzanıp bana fırlatması bir olmuştu.
-Yazıklar olsun. Beni şu halimle üzüyorsun. Yok kızım yok, bu çocuk fazla sana.
Babam geldiğinde ilk işi annemin televizyon karşısında ayaklarını uzatıp, dinlendiği yere gitmek olmuştu. Önce alnından sonra da dudaklarından öpücük aldı. Benim onlara baktığımı gören annem beni yine azarlıyordu.
Sofraya oturduğumuzda, babam hepimizin merak ettiği bir konuya açıklık getirmeye başlamıştı.
-Size bir şey açıklayacağım. Hastane parasını borç aldım.
-Dünden beri merak ettiğim tek konu bu. Kimden borç aldın baba?
-Daha önce anlatmıştım. Bir arkadaşımın oğlu var. Çocuk mühendis ama hala iyi bir iş arıyor. Şimdilik orada burada küçük maaşa çalışıyor. Gerçekten sağlam bir iş bulunca evlenecek ve bunun için para biriktiriyor. Hastaneden çıkmadan önceki gün konuştuk. Ben ondan para istemedim, sadece durumu anlattım. Bana, “bizim evlenmemiz için daha vakit var. Ben sana birikmişimden vereyim, sen bana ben evlenene kadar parça parça ödersin” dedi.
Annem, çorbasından bir yudum aldıktan sonra, dua eder gibi bir dilekte bulundu.
-Sağ olsun. Umarım günün birinde, tam ihtiyacı olduğunda onun da yardımına birisi yetişir.
Babam bana dönerek, elimden kaçan fırsatı anlatıyordu.
-Ahh kızım ahh. Sana söyledim. Bir kere olsun tanışın dedim, bir çay için, konuşun dedim, beni dinlemedin.
-Baba yaaa. Artık devir sizin gençliğiniz gibi değil. Hiç böyle evlenilir mi?
-Ne var kızım, ben annenle böyle evlendim. Ne ben onu tanıyordum, ne de O beni. Ama bak 30 yıldır birlikteyiz. Hem de her geçen gün birbirimizi daha çok seviyoruz.
Annem, müstakbel damadıyla tanışmış olmasının verdiği güçle babama karşı çıkıyordu.
-Tamam bey, kıza fazla söylenme. Ben onun seçimlerine güveniyorum. Zamanı gelince en doğru seçimi yapacaktır.
Babam, ikiye karşı bir kalmanın verdiği mağlubiyetin etkisiyle hemen pes etmişti.
-Zaten sevgilisi varmış. Kapmışlar çocuğu. Siz derdinize yanın. Kaçırdınız gül gibi adamı.
Annemin ameliyatından sonra üç ay geçmişti. Ayağındaki alçı çıkmıştı ama hayatının sonuna kadar platin vidalarla yaşayacaktı. Ben hala iş arıyordum ama bulamamıştım. Bir gün kapı çaldı ve annem sanki kapının önünde nöbette bekliyormuş gibi benden önce kapıya ulaşmış ve kapıyı açmıştı. Odamdan gelene kadar misafirimiz çoktan salona girmişti. Annem, elindeki çiçekleri alınca, sevgilimle göz göze gelmiştik.
-Senin ne işin var burada?
-Merhaba aşkım.
-Anne, sen mi söyledin gelmesini?
-Evet, ben söyledim. Bir sürprizi var sana. Hemen celallenme, önce bir dinle.
-Siz önceden konuşmuşsunuz belli. O bastonla benden önce kapıya yetiştiğine göre, belli ki beklediğin bir misafirmiş.
-Kızım önce bir dinle.
-Anne, babam eve gelirse ona ne diyeceğiz, hiç düşündün mü?
-Baban dört saatten önce gelmez merak etme. Önce çocuğu dinle.
Sevgilime baktım, bana gülümseyerek yaklaştı. Eliyle saçlarımı ve yüzümü sevdi. Bana böyle sevgiyle dokunmasından mutlu olsam da, annemin yanında olmasından dolayı utanmıştım. Sonra dizlerinin üzerine çöktü. Cebinden bir kutu çıkardı.
-Biliyorum, bunun daha romantik bir ortamda olmasını hayal ediyordun. Benim ise daha fazla bekleme niyetim yok. Bugün bir şirkette iş buldum ve uzun süreli sözleşme imzaladım. Bu yüzden sana hemen sormak istiyorum.
Önümde diz çökmüş sevdiğim adamın, bana ne soracağını biliyordum. Aslında cevabım da belliydi. Cevabı vermeden önce soruyu bekliyordum. Hiç tahmin edemeyeceğim şekilde sormuştu.
-Benimle, gemiler dönünceye kadar yaşamak ister misin?
Sorulması gereken soru bu değildi ki. Gemileri nereden biliyordu? Cevap vermediğim her saniye, hem annemde hem de sevgilimde kaosa neden oluyordum. Birbirlerine bakıp, çaresizce benden gelecek cevabı bekliyorlardı. Son kez anneme baktım, bana kafasıyla ve gözleriyle ne demem gerektiğini söylüyordu. Zaten verecek başka bir cevabım yoktu, seviyordum onu. “Evet” diyerek parmağımı uzattığımda, odanın içinde bizden başka varlıkların olduğunu hissettikten sonra nohut büyüklüğündeki birkaç parlak ışık topunun etrafta dolaşmaya başladığını görmüştüm. Beni dudaklarımdan öptükten sonra annemin elini öptü. Sonra zafer kazanmış büyük bir komutan edasıyla “sizi aşağıda bekliyorum” dedi.
Annem, onu benden daha çok tanıyor gibiydi.
-Benden rica etti. Seni birisiyle tanıştırmak istiyor.
-Neler oluyor anne?
-Hadi kızım, ayakkabılarını giy çıkalım.
-Nereye gidiyoruz?
-Biliyorsun, bu çocuğun babası yok. Ona yıllardır babalık yapan bir adam varmış. Üniversite’ye giderken cebine harçlık verirmiş. Okuldan mezun olduktan sonra da, iş bulamadığında hep yardım etmiş. Manevi babası olarak görüyor.
-Benim niye bundan haberim yok?
-Ah kızım ah. Seni yemeğe, sinemaya götürdüğünde işte bu adamın verdiği harçlıklarla yapmış hepsini. Sana nasıl anlatsın bunu. Üstelik öyle zengin biri de değil. Adam, mahallenin sokaklarını süpüren bir belediye işçisi. Şimdi ona karşı sorumluluk hissediyor. Annesiyle tanıştırmadan önce seni onunla tanıştırmak istiyor. Bana anlattı ve yardım istedi. Benim de gelmemi istedi. Hadi giy ayakkabını, gidelim görelim bu güzel adamı.
Sevgilim taksiden indikten sonra her zamanki centilmenliğiyle annemin kapısını açmış, onun bastonunu alarak, arabadan inmesini sağlamıştı. Sonra yanıma gelip elimi tuttu.
-İşte orada. Hala sokakları süpürüyor.
Annem, kendisinin bizi yavaşlatmasını istemiyordu.
-Hadi siz gidin, ben yavaş yavaş gelirim.
Sevgilim elimden tutmuş, koşar adımlarla manevi babasına doğru beni sürüklüyordu. Adama yaklaştığımızda ona seslendi.
Adam, elindeki çalı süpürgesi ve peynir tenekesinden yapılmış faraş ile yüzünü bize doğru döndü. Olduğu yere zımbalanmıştı. Biz ise ona koşarak ilerliyorduk.
-Ali Rıza Amca, merhaba. Hani sana hep anlatıyordum ya… İşte bu gelinin… Anamdan önce seninle tanıştırmak istedim…
Babamla birbirimize bakakalmışken, annem arkadan gelmişti. Tam arkamızda durduğunu, bastonun sesinin kesilmesinden anlamıştım. Kafamı yukarı kaldırdığımda gemiler her yerdeydi. Sanki bizi gözlemliyor ve bizim yapacaklarımıza göre hareket edecekmişçesine hazırda bekliyorlardı. Gökyüzüne baktığımı gören babam da kafasını yukarı kaldırdı. Bir adım ileri attım ve babamın elini tutup, öpüp alnıma koydum. Gemilerin hepsi, sırayla yok oldular. Babam alnımdan öptükten sonra sevgilime döndü.
-Hayırlı olsun oğlum. Artık bu güzel kadını annenle de tanıştırmalısın.
Sevgilim benden onay istercesine bakmıştı. Ben de ona “hadi gidelim” demiştim. Sevgilimin evine doğru koşarak uzaklaşırken, babam elindeki çalı süpürgesi ve faraşı yere koymuştu. Annemin yanına gelerek, yaptığı iş nedeniyle utanıp utanmadığını sordu. Annemin verdiği cevap, babamı sevindirmişti.
-Kadınların, üniformalı erkeklere karşı zaafı vardır. Kırmızı geceliğimi giymek için sabırsızlanıyorum.
-O adamın yanında olduğun sürece seni merak etmem mümkün değil.
Beraberce yemek yedik, kahvelerimizi içtik ama saat gece yarısına yaklaşınca eve dönmem gerektiğini hissettim. İzin isteyerek evden ayrıldım. Sevgilimle dışarı çıktık. Beni eve bırakmak için taksi çağırdı.
-Senin gelmene gerek yok.
-Olmaz, saat geç oldu. Ben seni bırakır dönerim.
-Senin taksi ücretlerinden haberin var mı? İş buldun diye paraları sokağa mı atacaksın?
-Ama aşkım…
-Olmaz dedim. Ben eve gidince sana mesaj atarım.
-Seni gecenin bir yarısı tanımadığım bir taksiye bindirip göndermemi beklemiyorsun değil mi?
-Birkaç saat önce evlilik teklif ettiğin kadınla tartışmayı mı tercih ediyorsun?
-Hayır tartışmak değil de…
-Beni merak etmene gerek yok. Benim gökyüzünden gelen koruyucu meleklerim var. Bana kimse zarar veremez.
Taksi hareket edince, arkamı dönüp gözden kaybolana kadar onu izledim. O da, taksi köşeyi dönene kadar elini salladı. Parmağımdaki yüzüğe bakarak ne kadar şanslı olduğumu düşünürken, taksiciye nereye gideceğimizi söylememiş olduğumu hatırladım ama sanki nereye gideceğimi biliyormuş gibi ilerliyordu. Dikiz aynasından şoföre baktım. Şoför, annemin ayağını kırdığında ona yardım eden garson çocuğa benziyordu.
-Afedersiniz, siz bir kafede garsonluk yaptınız mı?
-Evet, kısa süre önce oradan ayrıldım. Daha önce size servis mi yapmıştım.
-Annemin ayağı kırıldığında yardım etmiştiniz.
-Aaa evet hatırladım. Anneniz nasıl oldu?
-Şu anda çok iyi. Size teşekkür etmek için kafeye geldim, sizi tarif ettim ama burada öyle biri çalışmıyor dediler.
-O sektörde çok sık eleman değişimi oluyor. Beni tanımıyor olmaları normal.
Yol boyu konuşmuştuk. Hatta konuşmaya öyle dalmıştım ki, evimin önüne geldiğimizde durmuş olmamıza rağmen hala anlatmaya devam ediyordum.
-Ne kadar çenem düştü bakar mısın. Eve geldiğimi bile fark edemedim.
Taksimetrenin ne kadar yazdığına bakmak istedim ama kapalıydı.
-Borcum ne kadar?
-Borcun yok abla. Biz artık arkadaş olduk. Ben arkadaşlarımdan para almam.
-Olur mu öyle şey? Bak bu da senin ekmek teknen. Kabul edemem böyle bir şeyi.
-Bir anlaşma yapalım mı?
-Nasıl bir anlaşma?
Gömleğinin cebinden bir kâğıt çıkarıp bana uzatmıştı.
-Yarın saat 12:00’de şu adreste olman yeterli.
Kâğıdın üzerinde, bir mezarlığın adı ve mezarlığın numarası yazıyordu.
-Bu kimin mezarı?
Bana cevap vermemişti. Uzattığım parayı tekrar cebime koydum ve arabadan indim. Arabadan iner inmez uzaklaşmıştı. Apartmanın kapısını açarken, hiçbir adres vermemiş olmama rağmen beni evime kadar nasıl getirdiğini anlamlandırmaya çalışıyordum. Evden içeri girer girmez sevgilime mesaj attım. Eve geldiğimi söylemiş ve yarın 12:00’de kağıttaki adrese gelmesini istemiştim. Yalnız başıma gitmekten korkmuştum.
Ertesi gün, kâğıtta yazan mezarlık adresine gitmiştim. Eski garson, yeni taksici, bir mezarın başında hareketsizce duruyordu. Biraz yaklaşınca “merhaba” dedim.
-Merhaba abla.
-Beni neden buraya getirdin?
-O senin kayınpederindi. Bunu bilmek senin hakkın. Elbette evleneceğin adamın da.
Bana doğru yöneldi ve birkaç saniye baktıktan sonra yürümeye devam etti. Arkamı dönünce, nohut tanesi büyüklüğünde bir ışığın gökyüzüne doğru hızla yol aldığını gördüm.
Mezara doğru yaklaşırken, yeni vefat etmişlerin, mezar taşları henüz yapılmamış toprak birikintilerinin üstüne basmamak için çaba gösteriyordum. Ben mezara doğru ilerlerken, sevgilim arkamdan adımı bağırıyordu.
Onu duymazdan gelerek mezarın yanına gittim. Mezar taşının üstünde, hastanede annemin karşı odasında yatan yazarın adı yazıyordu.
*
Kitabın son cümlesini yazdıktan sonra bir kitabı daha bitirmiş olmanın huzuruyla bilgisayarın kapağını kapatmıştım. Güneş doğmak üzereydi ama kitapta eksik olan bir şey vardı. Bilgisayarı açtım, kitabın en başına döndüm. Eksik olanı tamamladım;
“Bu kitabı, gemilerde görevli varlıklara ithaf ediyorum”
Kaydet tuşuna bastıktan sonra, çalışma odamın ışıklarını kapatıp yatak odasına çıktım. Oğlumun, babasıyla uyuyakaldığını gördüm. Onu kucaklayıp, yatağına yatırdıktan sonra odaya geri dönmüştüm. Açık kalmış şifonyer çekmecesini kapatırken, annemden kalan kırmızı gecelik alevler içinde parlıyordu.
**************
Bu yazı, İlhan Abi ile zamanın bir yerinde, bir yerlerde yeniden buluşmak umuduyla yazılmıştır. “İlhan İrem’le yeniden buluşmak mı” diye sorabilir, “O artık öldü, yok” diye düşünebilirsiniz. Benimkisi hayal işte, ümit katıyorum her işe. Kıyıdaki kayalara çarpan dalgaların köpüklerinin, sonsuzluğu anlattığını tasvir edebilen bir filozof için, yerlere düşen damlaların yeniden yağmur olmasını hayal etmek zor olmasa gerek.
Yerlere düşen damlalar, yine yağmur oluyor mu?
Çoğumuz onu sanatçı diye biliriz. Şarkıcı, söz yazarı, besteci vs. Yeniden bedenlenmeyi böylesine kusursuzca sorgulayan, şarkı sözlerinde bize kozmik seyahat yaptıran bir insana, Sabri Ugan abimin dediği gibi filozof demek daha doğru geliyor.
Görüşürüz İlhan Abi, gemiler benim için döndüklerinde, zamanın birinde.