Gece uyku tutmamıştı. Karga bokunu yemeden derler ya, hah işte öyle bir gün doğumu öncesi dükkanı açmak için yola koyulmuştum. Şehir uykudayken sanayiye geldim. Külüstürü kapının önüne park ettim. Kapının anahtarını demir kapının deliğine soktum ama çeviremiyordum. Biraz daha zorladım ama anahtar kapıyı açmıyordu. Sonra içeriden üzerime doğru gelen bir karaltı gördüm. Camın arkasına geldiğinde farklı yörüngelere sahip gözbebekleriyle Hilmi'yi gördüm. Bir gözü İzmir'e diğeri Artvin'e doğru bakıyordu. Dili Antalya'ya, saçlarının telleri Sinop'a doğru yol almıştı. Kapıyı açamamış olmamın sebebi olan, kapının arkasındaki anahtarı çevirip kapıyı açtı. Vücudu sağa sola sallanırken, zar zor ayakta durduğu belli oluyordu. Dili tam olarak dönmüyor olsa da, ne dediği anlaşılabiliyordu.
-Vaaayyyyy patrooooon.
-Hilmi olm iyi misin?
Ağzındaki salyalar, üzerindeki kazaktan süzülerek Porsuk
çayına doğru akıyordu. Kapıda karşımda dikilmişken, elektrik yemiş gibi vücudu
titredi. Yanaklarını şişirerek el hareketiyle kenara çekilmemi istedi. İki adım
geriye gittim ama eliyle işaret ederek daha sola doğru gitmemi istiyordu. İşaret
ettiği gibi kenara çekildim. Yanımdan geçip kapıdan dışarıya çıktı. Evrene
karşı başkaldırı gibi bir şeydi. Ellerini iki yana açtı. Kafasını gökyüzüne
doğru kaldırdı. Ağzından çıkan kusmuklar Merih'e doğru yol alırken, vücudu
belinden kırılmış gibi dizlerinin üzerinde yere kapaklanmıştı. Arkasından hızlı
adımlarla yetiştim. Kusmaya devam ediyordu. Elimi alnına koydum, kafasını
asfalta vurmasını istemiyordum. Bittiğinde kafasını kaldırıp bana baktı.
-Patrooooon.
-Tamam yavrum ben buradayım, sakin ol, rahatla.
-Patrooooon.
Ayağa kalkıp bana sarılırken, ağzından akan kusmuk tanelerinin
montumun üzerine doğru aktığını hissediyordum. Birbirimize sarılmışken ikinci
dalga gelmişti. Vücudu titreyerek içindekileri omzumun üzerinden bırakmaya
başladı. Sıcaklığı hissettim ama hiç ses etmedim. Üstümdeki montu
temizleyebilecek teknoloji hiçbir kuru temizlemecide yoktu. Montumu orada
bırakarak içeriye geçtik. Dükkandaki soba geçmek üzereydi. Hilmi'yi kanepenin
üstüne yatırdım. Onu bu hale getiren ne olabilir diye düşünerek, ona
bakakaldım. Yanan sobanın sıcaklığıyla içim geçmiş olacak ki, oturduğum yerden
bir güvercinin boynu düşmüş vaziyetteki gibi gözlerimi açtım. Uzun süre o halde
kalmış olmalıyım ki, boynumu düzeltirken epey ağrıdı. Gözlerimle etrafı süzdüm
ama Hilmi ortalıkta yoktu. Seslendim ve cevap bekledim.
-Hilmiiiiii.
Tuvaletteki sifon sesiyle nerede olduğunu anladım. Tuvaletten çıkınca bana cevap verdi.
-Patron su kaynadı, kahve ister misin?
-İsterim Hilmi isterim. Saat kaç?
-Sekize beş var.
-Sekiz mi? Birazdan mesai başlayacak, hadi çabuk ol da
işimizin başına geçelim.
-Ne mesaisi patron, bugün Pazar.
-Pazar mı? Eee ben bugün neden geldim dükkana o zaman?
-Ben bilmem patron, dükkan senin, istediğin zaman gelirsin
gidersin.
-Ulan madem bugün Pazar, senin ne işin var burada?
Hilmi kahveleri tepsiye koyup karşıma oturdu.
-Dün Selim ile sabahlayalım diye anlaşmıştık.
-Siz kafayı mı sıyırdınız? İkiniz de evli barklı
adamlarsınız, gitsenize evinize, ne demek dükkanda sabahlamak.
-Bildiğin gibi değil patron. Selim’i bilirsin, deli doludur.
Eşiyle çocuklarıyla çok fazla ilgilenmez. At yarışı olsun, bahis olsun tüm
parasını buralara harcar. Eşi, “böyle devam edersen seni boşayacağım” demiş.
Bizimki de tutuşmuş. “Ya benim kafam çok bozuk, biraz dertleşelim” dedi. Ben de
mesai sonrası onu bakıma almak istedim.
-Hilmi tamam da, gördüğüm kadarıyla esas senin bakıma
ihtiyacın var. Ne kadar içtin de üzerime kusacak hale geldin? Hem Selim nerede?
Ulen yoksa O da buralarda bir yerlerde sızıp kaldı mı?
-Yok patron öyle değil. Mesaiden sonra biraz konuşacaktı
benimle. Yani rakı sofrası filan kurmadık.
-İyi de belli ki sen kurmuşsun.
-İşte tam da onu anlatacağım sana. Konuştuk, dertleştik.
Ailesine zaman ayırmadığını, her akşam arkadaşlarıyla takıldığını, eve sadece
uyumak için gittiğini itiraf etti. Eve geç gidince çocuklar da uyumuş oluyor.
Sabah da işe geliyor. Yani anlayacağın çok aksatmış evini.
-Kadın haklı ama ben olsam ben de isyan ederim.
-Zaten Selim de suçunu biliyor ama işte biliyorsun be
patron. Ele avuca sığmaz bir adam. Geleceğini düşünmez, gününü gün etmeye
bayılır.
-Zaten sen referans olmasan öyle adamlar bu dükkanda
çalışamaz. Sana dua etsin.
-Ama işini çok iyi yapmıyor mu patron? Bugüne kadar işle
ilgili bir sıkıntı yaşattı mı bize?
-Yok, o konuda hiçbir şey diyemem ama beni biliyorsun. Dört
dörtlük adam istiyorum burada.
-İyi de patron hangimizin açığı yok ki? Sen geçen hafta 4
formaya 10.000 lira vermedin mi?
-Verdim.
-Yengemin haberi var mı bundan?
-Yok.
-Haberi olsun ister miydin?
-İstemezdim.
-Gördün mü, senin de zaafların var. Onu da öyle gör.
Konuyu değiştirmek istercesine “kahve de iyi geldi haaa”
dedim. Hilmi elinde tuttuğu kahve fincanına dalıp gitmişti.
-Hilmi olm iyi misin?
-Değilim patron.
-Hayırdır?
-Sana neden içtiğimi açıklayacaktım.
-Haaaa iyi hatırlattın. Şimdi gelelim konuya. Ulen hırbo,
üstüne kustuğun montu yengen hediye etmişti. Ben şimdi ona ne diyeceğim?
-Yengeme ben izah ederim patron. Ama önce beni bi dinle.
-Evet, açıklamanı merakla bekliyorum.
Ayak ayak üstüne atıp, kahvemden bir yudum aldım ve patron
edasıyla Hilmi’nin açıklamasını beklemeye başladım.
-Dükkanı kapattıktan sonra senin oturduğun yerde Selim bana
açıldı. Ona neler yapması gerektiğini anlattım. Sorunu çözebileceğini ve
ailesini bir arada tutabileceğini ama bazı konularda fedakarlıklar yapması
gerektiğini anlattım. Teşekkür etti, çaba göstereceğini, ailesinin dağılmasını
istemediğini söyledi. Tam dükkanı kapatıyorduk, evlere dağılacaktık telefonu
çaldı. Olduğu yere yıkıldı ve ağlamaya başladı. “Ne oldu olm” diye çömeldim yanına, ağlayarak
bana telefonu uzattı. Telefonu aldım kulağıma götürdüm. Arayan Selim’in eşiydi.
“Alo yenge hayırdır” dedim, “Selim’in babasını kaybettik, ne olur Hilmi ona
sahip ol, O yıkılmıştır, ne olur yanından ayrılma” diye bana yalvarırcasına
konuşuyordu. Telefonu kapatıp Selim’in kollarından tutup kaldırdım. O güçlü,
iri kıyım adam kuş tüyüne dönmüştü. Birbirimize sarıldık ve bir süre öyle
kaldık. Sonra yavaş adımlarla arabaya gittik. Onu baba evine götürdüm. Eşi ve
çocukları da oradaydı. Gece yarısına kadar yanlarında kaldım. Sonra aklıma
dükkanın kapısını kilitlemeden çıktığım fikri geldi. Hemen dükkana geldim.
Gerçekten de kilitlemeden çıkmışım. İçeri girdim. Etrafı kolaçan ettim. Gözüme
senin masanın yanındaki rakı şişesi takıldı. Hanım da Sinop’a ailesinin yanına
gitmişti. Eve dönüş yolu gözümde büyüdü. Bu gece Selim’in yaşadığı acı da bana
ağır geldi. Bir kadeh içip, şuraya kıvrılıp uyumak istedim. Sonra bir kadeh
daha, sonra bir kadeh daha. Tam sızıyordum ki, dükkanın kapısının zorlandığını
duydum. Sonrasını biliyorsun işte.
-Anlıyorum. Hiç böyle olacağını düşünmemiştim. Kahven bitti
mi?
-Daha bir yudum almadım patron.
-Umurumda değil. Hemen bizim yemek şirketini ara. Pilav ve
kavurma siparişi ver, Selim’in baba evine ulaştırsınlar.
-Kaç kişilik yaptırayım? 100 kişilik yeter mi?
-Yetmez. 200 kişilik yaptır, küçük ayranlardan da söyle. Biz
de Selim’den gerekli belgeleri alalım, belediyeye gidelim cenaze işlemlerini
halledelim. Çocuk bu acıyla bir de onunla uğraşmasın.
Öğlen vaktinde, küçük bir kalabalık mezarlıktaydık. İki
metrelik çukura babasını koyan Selim elini uzattığında, Hilmi onu yukarı
çekiyordu. Kürekleri aldık, mezarı doldurduk.
Hayta Selim bir hafta işe gelmedi. Haftanın ilk gününde işe
başladığında, farklı bir Selim var gibiydi. Saat 16:00’da yanıma gelmişti.
-Patron iznin olursa benim çıkmam gerek.
-Hayırdır Selim?
-16:30’da çocukları okuldan almam gerekiyor da.
-Haaa tabi git bir an önce.
-Patron, ben hafta içi hep bu saatte çıksam olur mu?
Maaşımdan kesersin. Eşimin arabası yok, okul da yürüme mesafesinde değil. Dolmuşla
gidip çocukları alıp geliyor. Onun için zor oluyor.
-Hilmi’yle konuştun mu?
-Konuştum, benim için sorun yok, patron tamam desin yeter
dedi.
Hilmi arkadan bizi izliyordu. Belli ki konuşmanın konusuna
hakimdi. Ona baktığımı hissedince kafasını çevirip tavana bakmaya başlamasından
anlaşılıyordu. Selim isteklerine devam etti.
-Bir de sabahları yarım saat beni idare edersen patron.
-Sabah mı?
-Sadece hafta içi patron. Çocukları okula bırakıp öyle geleceğim.
Okul sekiz buçukta başlıyor. Onları okula bırakıp öyle geleyim, ha ne dersin?
-Yani senin buraya gelmen dokuzu bulacak. Yarım değil bir
saat eder.
-Ben gaza basar gelirim patron.
-Selim sen şimdi git, çocuklar okulda beklemesin. Bu konuyu
yarın geldiğinde konuşuruz.
-Tamam patron. İyi akşamlar.
-Sana da Selim.
İki saat sonra mesai bitiminde Hilmi yanıma geldi. Elinde
mont, hemen çıkıp gidecekmiş gibi bir hali vardı.
-Gel gel, ben de seninle bir şey konuşacaktım.
Elindeki montu bacaklarının üstüne koyup karşıma oturdu.
-Biz bu Selim’e az para veriyoruz sanırım.
-Yok be patron, şu sanayide çalışanına en çok maaş veren
adamsın. Kimse asgariden bir kuruş fazla vermiyor. Kendine haksızlık
yapıyorsun.
-Yok yok az veriyoruz. Baksana Selim çocukların okul servis
parasını bile karşılayamıyor.
-Sana öyle mi dedi?
-Öyle demedi ama ben anladım öyle olduğunu.
-Selim demez öyle şey zaten. Seni yere göğe sığdıramıyor.
Asla da şikayet etmez, bilmez miyim ben arkadaşımı.
-Ama az veriyoruz belli ki. Sen yarın bana bir liste yap.
Çalışanların maaşları, evliler mi, kaç çocukları var hepsini listele.
-Ne yapacaksın patron?
-Okula giden çocuğu olanlara servis desteği vereceğiz. Bir
de kırtasiye desteği şart. Toplu alıyoruz kırtasiyeyi zaten. Ucuza hallederiz.
-Patron kırtasiye öyle ucuza halledilmez. Servisler de öyle.
-Uzatma işte. Sen dediğimi yap. Yarından sonra herkesin
çocuğunun servisini biz karşılayacağız.
-Bana çocuk yap mı diyorsun? Bu bir mesaj mı?
-Aklın varsa yapmazsın. Ama yaparsan da dünyanın en mutlu
adamı olursun. İki ucu şekerli bomba.
-Patron sen de Selim’deki farklılığı hissettin mi?
-Evet Hilmi. Çocuk bir gecede büyüdü.
-Ben büyümek istemiyorum be patron.
-Önünde sonunda büyüyeceğiz Hilmi. Hem de bir gecede,
ansızın. O gecenin sabahında hiçbir şey eskisi gibi güzel olmayacak. O sabah
gelene kadar tadını çıkartmak gerek.
Hilmi ayağa kalkıp montunu giydi.
-Bana müsaade patron.
-Nereye olm, hani ekiple buluşacaktık.
-Ekiple her zaman buluşuruz be patron. Şimdi anneme
gidiyorum. Hanım da az sonra işten dönmüş olur. O kadar çalıştıktan sonra
mutfağa girmek onun için de zor oluyor. Onun da işine gelir. Arayım da anneme biz
geliyoruz diyeyim. Kim bilir ne yemekler yapmıştır. Hem babamla da tartışırız
biraz, kendime gelirim.
Herkes gittikten sonra dükkanda yalnız kalmıştım. 250 km
ötedeki annemi görüntülü aradım.
-Naber kız.
-Ne yapayım oğlum, baban olacak huysuz herifle uğraşıyorum.
Babam arkadan görüntüye girip seslendi.
-Oğuuuul, sakalını yerim oğuuul.
***
Bu hikayeyi yazarken ilham aldığım iki şahıs var. Biri 1999
depreminde, henüz üniversite öğrencisiyken bir gecede tüm ailesini kaybedip,
ruhu çırılçıplak kalan ama dimdik ayakta kalmayı başarabilen Mert kardeşim.
Diğeri, akşamın birinde ne olacak bu ESES’in hali konuşmalarında
bana film tavsiyesi yapan, babası Eskişehirspor'un ilk yönetimindeki başrol isimlerden biri olan Murat abim.
-Bülent, bu arada Big Fish diye bir film izledim, mutlaka
izlemelisin.
-Bilmez miyim abi, hatta filmi izledikten sonra gece yarısı babamı
aramış, “hayırdır oğlum bu saatte” diye meraklandırmıştım.
-Ne şanslısın Bülentcim. Ben de dün akşam aynı hisle
telefona sarıldım ama artık arayacak bir babam yoktu.
O akşam yumru gibi oturmuştu boğazıma bu son söz.
Bugün kayınpederim Kaptan Nihat’ın ölüm yıl dönümü. Eşimin bir gecede büyüdüğü günün yıl dönümü. Kimi iki
elini göğe açıp dua eder ama benim dualarım böyle işte. Kadiri Mutlak olan yaradan
nasıl olsa anlar ve bilir yüreğimizden geçenleri.
Bir gecede büyümemizi sağlayan sevdiklerimiz için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder