Anlatamam derdimi dertsiz insana
Âşık Veysel Şatıroğlu
Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?
Felsefe, bilim ve din bu konulara açıklama getirmeye çalışırken, bu evren nasıl yaratıldı, yoksa hiç yaratılmadı mı derken, tanrı var mı yok mu sorunsalında herkes günün birinde buluşuyor. Kimi kutsal saydığı kitapları kimi evreni kaynak gösterip Tanrı’nın varlığına inanırken kimi de kutsal sayılan kitaplarda yazanları gösterip inanmamayı veya hiç düşünmemeyi tercih ediyor. Daha başka inanışlar geliştirenler de azınlık sayılamayacak oranda fazla durumda.
İnsanlar, Tanrı’yı tartışırken türlü argümanlarla eleştiriyor veya savunuyor;
-Hayır efendim, Tanrı’yı hissedebilirsin, onu görmek zorunda değilsin, şu ağaçlara, kuşlara, akarsulara bak, nasıl göremiyorsun?
-Senin inandığın kitaplarda anlatılan Tanrı’ya inanmıyorum. Yaradan, yarattıklarını sonsuza kadar cehennemde yakıyorsa, ben ona Tanrı demem.
-Bana ne abi. Var veya yok bana ne. Bilmek için yaratılmışsak bilirdik zaten. Bilmediğimize göre ya yaratılmadık ya da bilmemiz istenmiyor.
-Yaratmaya ihtiyaç duyan bir Tanrı, eksiklik hisseden bir varlıktır. Tanrı bu tanıma girmez.
-Altı günde yaratmış. Hani ol deyince oluyordu.
-Senin Tanrı dediğin varlık, istediğini doğru yola istediğini yanlış yola sokabiliyor. Aç bak inandığın kitapta böyle yazıyor. Okumadın mı? İnandığını söylediğin kitabı nasıl okumazsın arkadaş?
-Mesih gelince dertler bitecek.
Ve bunun gibi daha sayısız görüş. Tüm görüşleri sıralamaya kalksam, hayatımın süresi yetmez.
Gerçek olan şu ki, hangi dinden olursa olsun, hangi inanışa sahip olursa olsun her canlı mutlaka sonunda ölüyor. Gerçeğin bilgisine kavuşabilmek için ölmek yani bu kaba madde dünyasından ayrılmak tek yol olabilir mi? Eğer sadece öldüğümüzde gerçeği öğrenebiliyorsak, ölümden dönenlerin anlattıkları bize yol göstermez mi?
Ölüme yakın deneyimlere ait yüzlerce video izledim. Hepsinde ortak noktalar buldum. Bir süreliğine kalbi duranlar, günlerce komada kalanlar geri döndüklerinde benzer hikâyeler anlatıyorlardı. Hepsi sonsuz bir sevgi hissettiklerinden bahsediyorlardı. Tanımlayamadıkları güzellikte renkleri, kendilerini yukarıdan izlediklerini, onları karşılayan ölmüş yakınlarını veya rehber varlıkları hemen her anlatımda ortak nokta olarak anlatıyorlardı. Bu insanları tanımayanlar anlatılanları dinlerken yalan olduğunu düşünebilirler. Bunu yadırgamamak lazım ama bunu yaşayan bir yakınınız olunca işler değişebiliyor. Kuzenimin cenazesinde abisinin anlattıklarını hatırlıyorum. Kuzenimin ambülansta kalbi durmuş. Ancak hastaneye gelmeden yeniden çalıştırmışlar. Hastanede kardeşlerine, bedeninden ayrıldığını, ambülansı dışarıdan takip ettiğini anlatmış. Daha sonra girdiği ameliyattan önce doktoru ameliyattan çıkamayabileceğini söylemişti. Ve öyle de oldu, çıkamadı veya oralardan geri dönmek istemedi. Bugün ise hatırladığım, memleketteki cenaze öncesi onu son kez görmek için kefenini açtığımızda yüzündeki küçük gülümsemedir. Ahmet Abi zaten hep gülümserdi.
Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez
Âşık Veysel Şatıroğlu
Tanrıyı insanımsı kavramlarla açıklamak durumda olsaydık, sonsuz mutluluk, sonsuz güzellik, sonsuz iyilik gibi sonsuz sevgiyi içinde barındıran bir yaratıcı olmalı diye düşünüyorum. Büyük ihtimalle de onu tanımlayabilecek seviyede bir lügatimiz yoktur. Yine de onu tanımlamak için insana özgü değerlerle anlatım yapmak dışında elden bir şey gelmiyor.
Diyelim 3 yaşında bir çocuğunuz var. Siz yeni aldığınız televizyonun karşısında en çok sevdiğiniz programı açmışsınız. Geliyor ve kumandayı televizyona fırlatıp ekranı parçalıyor ve gülüyor. Çocuğunuzu sevmekten vazgeçebilir misiniz? Akşam olunca koynunuza alıp uyutmaktan, karnı acıkınca doyurmaktan vazgeçebilir misiniz? Veya kediniz var. Yaramaz mı yaramaz. İşten geliyorsunuz ve koltuklarınızın parçalanmış olduğunu görüyorsunuz. Onu dışarı atabilir misiniz? Sevgiyi tanımlamak için bu örnekleri cebimize koyalım. Çocuklarımızı, evcil hayvanlarımızı sonsuz bir aşkla sevebilmek onlara sonsuz hoşgörü göstermek işin kolay tarafı. Peki hiç tanımadığınız bilmediğiniz birine de bu yaklaşımı gösterebilir misiniz?
Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz
Âşık Veysel Şatıroğlu
Bunu kendime sorduğumda çok zor olduğunu hatta yapamayacağımı gördüm. Tanıdığım veya tanımadığım, kötü olarak etiketlediklerimi düşündüm. Kendime sordum, mesela çocukların üzerine tonlarca bomba atanları sevebilir misin? Arabanın üzerine balkonundan sigara izmariti ve külü döken komşunu sevebilir misin? Taraftarı olduğun kulübü soyup soğana çevirenleri? Dini kullanıp çocuklara tecavüz edenleri? Trafikte sana korna çalıp, selektör yakıp, küfredeni de sevebilir misin? Sonra yıllar öncesinden bazı görüntüler gözümün önüne geldi. O adamı hatırladım. Bu verdiğim örneklerin ne kadar hafif kaldığını anladım.
Derdim bana derman imiş bilmedim
Âşık Veysel Şatıroğlu
Husna atlayıp Yeni Zelanda’ya gidiyor. Evleniyorlar ve çok mutlu bir birliktelikleri oluyor.
Evlendikten 4 sene sonra Farid, yoldan karşıya geçerken sarhoş bir şoförün kullandığı araba ona çarpıyor. Farid havalanıp ön cama düşüyor. Yine de sarhoş şoförün durmaya niyeti yok. Arabanın ön camından seken Farid asfalta düşüyor ve araba üzerinden geçiyor. Hastaneye götürüldüğünde onu hemen ameliyathaneye sokuyorlar. Zira omuriliği ciddi hasar almış. Hayatta kalabilmesi için doktorlar ona yüzde 7 şans veriyorlar. Saatler süren bir omurilik ameliyatı oluyor. Uyandığında doktorlar ondan ayaklarını oynatmasını istiyorlar. Ancak bunu yapamıyor. Onu hastalığı konusunda daha fazla yardımcı olabilecek başka bir hastaneye sevk ediyorlar. Orada uzun süre tedavi olması gerektiğinden, yaşadıkları şehirden hastanenin olduğu şehre taşınıyorlar. 5 ay boyunca hem fiziksel hem de duygusal olarak acılar çekerken yanında hep eşi Husna var. İlk üç ay boyunca her uyanık olduğunda durmadan, onu öldürmesi için Tanrı’ya dua ediyor. Sonunda Farid taburcu oluyor ama artık tekerlekli sandalyeye mahkûm olarak yaşamak zorunda kalıyor. Sonra bir kız çocukları dünyaya geliyor. Farid ve Husna, yaşadıkları şehirdeki camide ibadetlerini yapıyorlar. Hatta Husna camide gönüllü sosyal görevli olarak çalışıyor. Manevi desteğe ihtiyacı olan kadınlarla ve çocuklarla ilgileniyor. Özellikle hamile kadınlarla ilgileniyor, yeni doğan onlarca çocuğa ilk banyosunu Husna yaptırıyor. Bir gün adamın biri elinde makineli tüfekle camiye dalıyor ve önüne gelen herkese şarjörü boşaltıyor. Tam 51 masum insanı katlediyor. O masumlardan biri de Husna oluyor. Katil hemen yakalanıyor ama artık ne fayda. Farid de o esnada caminin arka tarafında ibadet ediyor. Ancak tekerlekli sandalyede olduğundan yapabilecekleri sınırlı. Silah seslerini duyunca eşinin olabileceği yerlere doğru gidiyor. Birkaç dakika sonra silah sesleri kesiliyor. Nereye gitse her yerde cesetler var. Sağına bakıyor cesetler, soluna bakıyor cesetler. Bir sandalyenin üzerinde birbirine sarılmış baba oğul görüyor. Öyle vermişler son nefeslerini. Polisler gelince onu dışarıya çıkarıyorlar. O da diğerleri gibi caminin dışında eşinin akıbetini bekliyor. Akşam olunca bir polis memuru onu arıyor ve “biliyorum çok uzun bir gece geçireceksin ama söylemek zorundayım. Eşin artık eve gelemeyecek” diyor. Farid, eşini tanımlarken şöyle diyor; İnsanları güldürmeyi seviyordu. Hiç kimse ona baktığında, içindeki büyük yarayı göremezdi." Annesini bebekken, babasını çocuk yaşlarında kaybeden biri için, içindeki yaranın büyüklüğünü daha nasıl tarif etsin.
Tüm bu olayların olduğu şehrin adı Christchurch. Tercüme edersek Mesih(İsa) Kilisesi. Mesih Kilisesi şehrindeki bir camide yaşanan bu katliamdan sonra şehirdeki her inanıştan insan giderek olayın gerçekleştiği yere çiçekler atıyor, mumlar yakıyor, taziye notları bırakıyor. Birbirini tanımayan, farklı dinlere mensup, inanan inanmayan insanlar birbirlerine destek oluyor. Bunun tek sebebi ise katile duyulan öfke. İşte Farid’in o inanılmaz, belki de Tanrısal duruşu ve benim aklımda yer eden görüntüsü burada oluşuyor. Camide katledilenlerin yakınları ve şehir sakinleri katile öfke kusarken Farid çıkıyor ve “onu affediyorum” diyor. “Hayatının bir yerinde çok acı çekmiş olmalı ki böyle bir şey yaptı.”
Hayat arkadaşını, çocuğunun annesini öldüren bir katili affetmek. Kim bilir neler yaşadı diye empati yapabilmek. Onu sakat bırakan sarhoş şoförü affettiği gibi, eşine kurşun yağdıranı da affediyor.
Eğer oralarda bir yerlerde her şeye gücü yeten bir Tanrı varsa, yarattıklarının ona ibadet etmesine, onun yarattıklarının onun için kurban edilmesine, ona inanılmasına veya herhangi bir insani değerle ifade edebileceğimiz bir şeye ihtiyacı olmamalı. Yaptığımız hatalar için bizi sonsuz ateşlerde yakacak Tanrı kavramından ziyade, ne yaparsak yapalım bizi sevecek bir Tanrı olmalı. Bizler eve yeni alınan televizyonu kıran 3 yaşındaki çocuklarız. Biz koltukları parçalayan kedileriz. Farid Ahmed’in seviyesine ulaşmadan, Tanrı katında yer almaya nasıl hazır olabiliriz? Yıllar geçtikçe İlhan İrem’in “ışık ve sevgiyle” diye bitirdiği konuşmaları bende daha bir anlam kazanıyor. Acaba ölmeden önce gerçekleri görebilecek miyiz, Veysel’in gönül gözüyle gördüğü gibi. Yoksa o seviyeye gelene kadar yeniden bedenlenecek miyiz? Her seferinde biraz daha öğrenerek.
Görüşmek üzere... Işık ve sevgiyle...
Şarkıda dediği gibi belki sonra başka boyutta, sevdiklerimizle başka bir formda, bilinçlerimiz kavuştuğunda, acılardan uzak bu sonsuzlukta…
İçimde bir ateş, sönmeyen
İçimde bir sızı, hiç dinmeyen
Haksız acılarla dolu bu dünya
Doğaya yapılan bu katliam
Eziyet gören masum bir can
Dünyanın sonu onların gözyaşında
Bir solucan deliği alsa bizi buralardan
Savursa bizi sonsuz uzaklara
Kurtulup bu bitmeyen acılardan
Kavuşsak sonsuz boyutlarda
Zaman yok, mekân yok
Madde yok, acı yok
Bu dünyada birbirinden
Zamansız ayrılan tüm canlar
Acı çığlıkları kulaklarda
Son saatleri yaşarken
Gözlerden yaşlar akarken
Sonsuz özlem çok yakında
Belki sonra başka boyutta
Sevdiklerimizle başka bir formda
Bilinçlerimiz kavuştuğunda
Acılardan uzak bu sonsuzlukta…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder