12 Nisan 2021 Pazartesi

Fırtına

İnsanların aralarındaki her güzel ilişkinin sadece aşk ile anlatılabilmesi mümkün değil. Kötü ilişkilerin nedeni belki aşkın nefrete dönüşmesi olabilir ama uzun yıllar süren birliktelikleri aşk ile açıklamak mümkün değil. Çünkü aşk, gelip geçici bir duygu; belki de uçucu demek, asetona veya kolonyaya benzetmek daha doğru. Önce çok etkileyici ama asla kalıcı değil. Ondan daha güçlü olan ise saf ve karşılıksız bir sevgidir. Sevgi, her yağmur yağdığında, kafanı pencereden çıkarıp aldığın koku gibidir, hep yağmur yağsın istersin. Belki de evlat sevgisi bunu anlatmak için en güzel örnek olabilir. Düşünsenize, anne veya babasınız, çocuğunuz henüz birkaç aylık ve her gece, birkaç defa, ya karnı acıktığından ya da gazı olduğundan sizi uyandırıyor. Büyük bir aşk ile evlendiğiniz eşiniz sizi her gece defalarca uyandırsa, “yeter ulan” dersiniz. Ancak söz konusu evlat olunca, tüm sevecenlikle yataktan kalkarsınız, anne karnını doyurur, baba altını temizler. Hayatlarımızın merkezlerinde olmasalar bile elimizi her uzattığımızda yanı başımızda belirebilecek dostlarımızın tek açıklaması işte böylesine bir sevgidir. Gerçekten sevenler, görünmez bir göbek bağı ile birbirine bağlanmışlardır.

Hikâyemiz, işte tam da böylesine güçlü ama görünmez göbek bağıyla birbirine bağlanmış iki kişiyi anlatıyor.

Melih, Kimya Mühendisliği yüksek lisansı yapmak için yurt dışına gidecekti. Bir süre de olsa, Çiğdem’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Kendisinden 12 yaş büyük olmasına rağmen, onunla olan ilişkisi bambaşkaydı. O gün babasıyla birlikte Londra’ya gittiler. Otele yerleştiler ama büyük bir fırtına kopmuştu. Fırtına öyle şiddetliydi ki; Manş Denizi’ni Londra’ya bağlayan Thames Nehri kabarıyor, kıyıya vuran dalgalar büyük bir gürültüyle karaya çarpıyordu. Melih, biraz da korkarak, odadan çıkmak istemişti.  Odadan çıktığında her yer karanlıktı. Yürüdü, yürüdü. Sonunda farkında olmadan bir şeye çarptı. Eliyle yoklayınca çarptığı şeyin bir piyano olduğunu anladı. Daha sekiz yaşındayken belediyenin konservatuarında piyano çalmaya başlamıştı. Oturdu piyanonun başına. Dışarıda kıyamet koparken, piyanonun tuşlarıyla sevişmeye başladı. Ortaya çıkan ezgiyi öyle çok sevdi ki, odasına giderek yanında getirdiği kayıt aletini aldı. Sonra tekrar piyanonun başına geçip, az önce çaldığı ezgiyi kasete kaydetti. Kaseti de ertesi gün babasıyla birlikte Çiğdem’e gönderdi. Çiğdem dedesi gibi edebiyatla haşır neşirdi, şairdi. Çiğdem, kasetteki kaydı dinleyince, bu melodiye söz yazdı. Bu sözleri de bir mektupla Melih’e gönderdi. Melih, kendine gelen postadan çıkan pembe zarfı açınca içinden iki sayfalık mektup çıktı. Sayfaların birinde, Çiğdem’e gönderdiği beste için sözler bulunuyordu. Melih, mektuptaki şiirin başlığını görünce duvara tutundu. Çiğdem, şarkının adını bile koymuştu; “içimdeki fırtına” 

Namık Kemal’in yol arkadaşı, Tevfik Fikret’in yol göstericisi Recaizade Ekrem’in torunu Çiğdem ile Timur Selçuk’un öğrencisi Melih, daha birçok şarkı yazdılar. O fırtınalı geceyi, sadece Melih’le beraber yaşayarak anlayabileceği bir ortamı, melodideki yoğunluktan hissedebilmek özel bir yetenek olsa gerek. Söz yazarının, nasıl ve hangi koşullarda bestelendiğini bilmediği bir melodiye, bestecinin hissettiklerini yansıtabilmek için onunla görünmez bir bağ ile bağlanması gerekmez mi? Çiğdem kanserden vefat etti. Sonra Melih’i de kanserden kaybettik. Geride çok büyük bir sevda ve bir de şarkıları kaldı. İşte bu hikayeye konu olan şarkı. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder