28 Mart 2021 Pazar

Prenses KARSU

Her kız çocuğu, oynadığı oyunların en az bir tanesinde prenses olmak ister. Güzel elbiseler, pırlanta kolyeler, etrafında bir dediğini iki etmeyen hizmetçiler, vs. Şimdi size gerçek bir prensesin, gerçek hikâyesini anlatacağım.

Prensesin annesi Amsterdam’da doğmuş sonra Hatay’a dönmüştü. Ancak prensesin annesi henüz 9 yaşındayken ailesiyle birlikte Amsterdam’a göç etmişti. Prensesin babası ise 20 yaşındayken Amsterdam’a mülteci olarak göç etmişti. En sonunda annesi psikoloji öğretmeni, babası ise sosyolog olmuştu. 

Prensesin babası sosyoloji eğitimi almış olmasına rağmen aynı zamanda bir restoranın sahibiydi. Prenses de orada babasına yardım ediyor, siparişler alıyor, servis açıyor, masaları temizliyordu. Günün birinde müşterilerden biri, prensese seslendi;

-Şişşt, prenses, piyano çaldığın doğru mu? Bize şuradaki piyanoda bir şeyler çalmak istemez misin?

Müşteri, babasının arkadaşlarından biriydi. Belli ki babası ona kızının piyano çaldığını söylemişti. 7 yaşından beri piyano eğitimi alan prenses, babasının restoranında çalışırken, işleri aksatmamak için “hayır” dedi. Müşteri üsteleyince garsonluğu bir süreliğine askıya almış ve piyanonun başına oturmuştu. Hayatında ilk defa bir sürü insan için piyano çalmıştı. 

Ertesi hafta, müşterilerden biri garsona şöyle demişti.

-Arkadaşlarımızdan duyduk, burada bir kız piyano çalıyormuş. O yüzden buraya geldik ama piyano çalan yok. Nerede o piyanist?

Prenses, şaşkınlıkla “o piyanist benim” demişti. 

Müşteri, ondan piyano çalmasını istediğinde, işleri aksatmamak için yine “hayır” dedi ama müşterinin ısrarlı tavrı karşısında bir süreliğine piyanonun başına geçmişti.

O günden sonra her hafta sonu, restoranın önünde kuyruk olmaya başlamıştı. İnsanlar yemek yemekten ziyade onu dinlemek için sıraya giriyorlardı. Prenses de saat 20:00’de garsonluğu bırakıp, piyanonun başına geçmeye başlamıştı. Restoranın sahibi olan babası da, büyük bir gururla mikrofonu eline alıp, kızını takdim ediyordu. 

-Değerli konuklarımız. Şimdi bir tanecik kızım, sizlere piyanosuyla eşlik edecek.

Bir süre sonra, Amsterdam’da yapılan bir yarışmaya katılmıştı. Orada birincilik alınca, Amerika Birleşik Devletleri’nden bir davet aldı. Daveti yapan New York’taki Carnegie Hall idi. Elbette prensesin burasıyla ilgili en ufak bir bilgisi yoktu. Oraya gitmeden önce içinde çok büyük bir heyecan yoktu. Çünkü restoranda onlarca kişiye zaten her hafta sonu piyano çalıyordu. En fazla ne olabilirdi ki? New York’a gitmeden önce Google amcaya sordu, burası neresi diye. Google amcanın ona söyledikleri karşısında kalbi yerinden çıkacaktı. Ray Charles, Madonna gibi isimlerin arasında kendi ismi de vardı. 

Carnegie Hall’da çaldıktan sonra eski hayatına geri dönmüştü. Hala bir lise öğrencisiydi. Her gün babasının restoranında garsonluk yapıyordu ve her hafta sonu restoranda piyano çalıyordu. Hollanda basını, bu Türk kızını haber yapmaya başlamıştı. Artık restorana yemek için değil, onu dinlemek için geliyorlardı. Prenses ise, her ne kadar piyano çalmaktan büyük zevk alsa da, çocuk psikoloğu olmak istiyordu. 

Ailesiyle oturup konuşunca ortak bir karar verdiler. Bir konser verecekti, ondan sonra yoluna devam edecekti. Yani konserden sonra çocuk psikoloğu olmak için akademik manada yürüyecekti. Konserden beş hafta önce biletler tükenmişti. Konser büyük bir ilgi görmüştü. Konserden sonra yeniden restorandaki garsonluk işine geri dönmüştü. Diğer yandan New York’a yaptığı seyahat, onu caz müzik konusunda epey yüreklendirmişti. Konservatuvara girme isteği günden güne artıyordu. Sonunda konservatuar sınavına girmek için kendini ikna etti. Sınava girdi, piyanonun başına oturdu, şarkı bitince kendi kendine “işte şimdi profesyonel hayatım başlıyor” demişti. Sorun şu ki, üç kişiden oluşan seçici komisyon ona “hayır” demişti. Prenses eve ağlayarak gitti. O gün müziği bırakması gerektiğini düşündü. Sonuçta konusunda uzman olan üç kişi de onun konservatuara girmesini uygun görmemişti. Yine de müziksiz yapamayacağını düşünüp çalışmalarına devam etti. Ankara’ya konser için geldiğinde 200 kişilik bir salonda çalacaktı. O akşam 20 kişiye çalmıştı. Kendi kendine “hala profesyonel olamadım” diye iç geçiriyor ve bunu konservatuarda okuyamamış olmasına bağlıyordu.

20 yaşına geldiğinde Avrupa’nın en büyük caz festivali için davet almıştı. Kendisinden önce Quincy Jones, kendisinden sonra ise Norah Jones ve Stevie Wonder sahneye çıkmıştı. Yine de hala profesyonel olmadığına inanıyordu.  Oysa, kendisini konservatuar sınavında bırakan seçici komisyon üyeleri onu o akşam, seyircilerin arasında ayakta alkışlıyorlardı.

Müziğiyle tüm dünyayı dolaştı, konserler verdi. Bugün kendi kendine “iyi ki, pes etmedim ve müziğimi yapmaya devam ettim ve hedefime ulaştım” diye düşünüyor. Prenses, artık bambaşka bir amaç edinmiş durumda. Beni hedeflerime ulaştıran bu insanlara karşılık olarak ne verebilirim? 

Tek başına dünyayı kurtaramayacağını biliyor ama bir şeyler yapabileceğini düşünmüş. “Connecting The Dots” (noktaları birleştirmek) isimli bir grubun parçası oluyor. Her gün Amsterdam’daki tren istasyonuna, Suriye’den, Etiyopya’dan, Afganistan’dan vs onlarca mülteci geliyor.  (Şimdi hatırlayalım, prensesin de babası bir mülteci)  Prenses, aynı zamanda Masterpeace isimli savaşa karşı müzik yapan bir grubun elçisi konumunda. Ve arkadaşlarıyla birlikte olağanüstü bir şey yapıyorlar.


Turuncu renkte bir tişört giyiyorlar. Tişörtün üzerinde mültecilerin anlayabilecekleri dillerde türlü yazılar var. Her akşam onları tren istasyonunda, bu tişörtlerle karşılıyorlar. Yemek, su, ısınma, barınma ve internet gibi temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Tişörtteki yazıları gören mülteciler de, trenden inince ellerini kaldırıyorlar ki, ulaşmak mümkün olsun. Ve bu durum mülteciler arasında yayılıyor, tren istasyonuna indiklerinde, ellerini kaldırmaları gerektiğini biliyorlar.

O mültecilerden biri 10 yaşında bir çocuk. Yanında kimsesi yok. Tek başına, Suriye’deki evim diye bellediği topraklardan ailesiyle çıkmış ama Amsterdam tren istasyonuna tek başına gelmiş. Prenses ve arkadaşları onu karşılıyor, ona yemek veriyor, su veriyor ve üzerine battaniye örtüyorlar. Çocuk cebinden bir kâğıt çıkarıp, gösteriyor. “Baba” diyor, “telefon” diyor, başka da bir şey diyemiyor. Daha önce yardım ettikleri mülteciler, iletişim konusunda onlara yardımcı oluyorlar. Suriyeli bir mülteci, çocuğun uzattığı kâğıttaki numarayı arıyor. Çocuğun babasının da,   Amsterdam’da olduğu anlaşılıyor. Yarım saat geçmeden çocuk ve babası tren istasyonunda kucaklaşıyorlar. 

Prenses olmak için, güzel elbiseler, pırlantalar veya size hizmet eden hizmetçiler olmasına gerek yok. Prenses olmak için ihtiyacınız olan tek şey, vicdanınızdır.

Bir prensese dokunmak içinse, elinizi kaldırmanız yeterlidir.


***


Prensesim Karsu'ya... İyi ki varsın...

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder