Bu
aralar dükkanda işler yoğun. Patronun yüzünü son iki ay neredeyse hiç
göremedikten sonra, hayat bir nebze de olsa yoluna oturmuştu. Hatırlarsınız, anahtarı bile bana bırakmaya yeltendiği anlar olmuştu.
Hala
yaptırmadığı o kırık aynanın önünde, bir öğle arasında yalnız başına yakaladım
onu. Ne de olsa artık taşın altına elimizi koymamız gerektiğini söyleyen
kendisiydi.
-Patron,
biliyorum elimize avucumuza çok bir şey geçmiyor ama çok şükür bu halimize
değil mi?
-Öyle Hilmi tabii, öyle.
-Peki patron onun dışında?
-Onun dışında Hilmi?
-Ne yapıyoruz peki patron? Kendi hayatımız, kendi ideallerimiz için.
Patron,
çoğu zaman suratında oluşan ifadesiyle bana baktı.
-Ulan
yine hangi kitabı okudun da karşıma geçtin benim sen?
-Yok be patron ne kitabı, sadece bana sadece geçim
derdi döngüsünün içine düşmek çok doğru gelmiyor. Bir şey yapmalı. Hep başkalarına 'niye böyle yapıyorsunuz?' dediğimiz şeyleri hem de. Elimizden geldiğince, yasakları ve kuralları bir kenara iterek.
Zehri
çok öncesinden, hatta direkt kendisinden alan ben, sorgulamaya çoktan başlamış,
bir şeyi istemenin yetmediğini çoktan anlamıştım.
-Olmuyor
işte be patron. Sözlerimizi sakladığımız, söylenecek ne kaldı dediğimiz her
şeyin üzerine yenisi ekleniyor. Yani senin zaten tutkunu olduğun, onun için
planlar kurduğun hayatının içinde kafan dışarıda kalıyorsa, olmuyor be.
-Sen bir şey mi söylemeye çalışıyorsun Hilmi, hayırdır?
-Diyeceğim o ki patron, ben meyhane masalarında mutsuz olup kahrolmak
istemiyorum.
-Yani Hilmi, yani?
-Ya dışındasındır çemberin patron, ya da içinde yer alacaksın.
Söylediğim
gibi kalktım masadan, işin başına düştüm tekrardan. Neden böyle konuştuğuma O da anlam veremedi. Ama bildiğim tek şey, akşam bu
mısraları mırıldanarak o şişenin önüne oturacağı.
Ve 3
yaşında armasını öptürdüğü, tutma bu takımı diyemediğine yine bir şey
diyememişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder