10 Kasım 2017 Cuma

Komşu

Bugün 10 Kasım 2017. Nefes aldığım sürece evladımı onun işaret ettiği gibi, bilim yolunda, sanat yolunda ve barış yolunda yetiştirmeye devam edeceğim.

Rahmetli dedem, ergenlik çağında bağ bahçe ile ilgilenmek istemiyor ve evden kaçarak, askeri okula kaydını yaptırıyor. Yıllar sonra havacı olarak Eskişehir’e atanıyor ve hayata gözlerini kapayana dek yaşamını orada devam ettiriyor. Dedemin evden kaçması, benimle beraber ailemizin de kaderini çizen bir olay oluyor. Trakya’da bir avuç silahsız askeri öğrencinin yaşadıkları bir anıyı anlatarak başlayayım. Bunu hiçbir tarih kitabında bulamazsınız.

O dönemin askerleri ne kadar sert ise dedem de öyle sert bir adamdı. Yine de diğerlerinden farklıydı. Üniversitede öğrenciyken ziyaretlerine her gittiğimde tavla atardık. Anneannem kahvesini getirince Silahlı Kuvvetler sigarasına uzanır, bir tane de bana uzatırdı. Saygıdan teşekkür eder, almazdım. Bir gün kazandığı tavla maçından sonra keyiflenmişti ve dedi ki, “senin sigaran daha iyidir, ondan ver bakayım.” Cebimden çıkardım uzattım, bir dal alıp, ağızlığına yerleştirdi. “yak hadi sen de, torunumla karşılıklı tüttürelim” dedi. Dedem hazır keyiflenmişken muhabbeti açtım. 
-Dede Atatürk’le ilgili bir anın var mı?
-Olmaz mı hiç.
-Bir tanesini anlatır mısın?
-Askeri okula yazıldıktan bir süre sonra bizi Trakya’ya gönderdiler. Kış ayları, deli gibi soğuk var ve bize arazide çadır kurdurdular. Uzun süre günlerimizi orada geçirdik. Tabi merak ediyoruz, neden bizi buraya getirdiler diye ama korkumuzdan soramıyoruz. Bu arada Almanlar dünya savaşını başlattı. Önüne gelen ülkeyi ele geçiriyorlar, hiçbiri de “dur arkadaş burası benim ülkem” diyemiyor. Çünkü ordusu çok güçlü, silahları çok gelişmiş. Anladık ki, hepimizi o yüzden Trakya’ya getirmişler. Bir saldırı olursa, Almanların karşısına çıkacak ilk birlik bizimkisi. Ama biz daha öğrenciyiz, silahımız bile yok. Olsa bile daha çocuğuz, silahı tutmasını bile doğru düzgün bilmiyoruz. Almanlar bize saldırırsa, bu savaşı kazanmamız mümkün değil. Artık sınırımızın dibine kadar gelmişlerdi. Girdikleri her ülkeden radyo yayını yaparak propaganda yapıyorlardı. Aramızda bir tane Almanca bilen çocuk var. Her akşam elimizde radyo, kanal arıyoruz. Bir akşam bir kanal bulduk. Hepimiz sessizce duruyoruz, çıt çıkmıyor. Almanca bilen arkadaş bize konuşmanın başladığını el işaretleriyle haber etti. Radyoda Hitler’in konuşmasını veriyorlardı. Almancamız yoktu ama konuşmanın bizimle ilgili olduğu bazı kelimelerden anlaşılıyordu. "Mustafa Kemal" diyordu, "türkay" (Turkei) diyordu. Konuşmanın sonuna doğru arkadaşımız sevinçle bağırmaya başladı. Herkes merak içinde soruyordu, “ne dedi, anlatsana” diye. Arkadaşımız sakinleşince Hitler’in ne dediğini özetledi. “Türklere söylemek istiyorum ki, Mustafa Kemal’in vatanına asla saldırmayacağız.” Anlayacağın evlat, Atam öldükten sonra bile vatanını kurtarmaya devam ediyordu. 

Bir tarih blogunda okumuştum. Blog, şu anda yayında olmadığından kaynak gösteremiyorum ama Dolmabahçe günlüklerinden araştırılabilir. Zira Dolmabahçe’de yapılan tüm görüşmeler kayıt altına alınırmış. 1931 yılında,  henüz iktidarda olmayan Adolf Hitler’in bir temsilcisi Atatürk’ü ziyaret ediyor. Atatürk, Adolf Hitler’in temsilcisine, yakında Almanya’yı yöneteceğini ve görüşlerinin tehlikeli olduğunu belirterek, (o günlerde Almanya'nın dördüncü partisi konumunda) eğer bu görüşlerini gözden geçirmezse bir başka dünya savaşına giden yolu açacağını ve tüm dünyayı karşısına alırsa, sonunun hiç de iyi olmayacağını belirtmiş. Sanıyorum Adolf Hitler'in Atatürk'e olan hayranlığı, Ruslar Berlin'e girdiğinde daha da artmıştır. 

Atatürk’ün bu konudaki fikrini yine aynı yıl, Amerikalı General Mc Arthur´a söylediklerinde de bulabilirsiniz.

"Versailles antlaşması, 1.Dünya Savaşına yol açan nedenlerden hiçbirini ortadan kaldırmadı. Tersine, rakipler arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirdi. Şimdi içinde yaşadığımız barış dönemi, sadece bir ateşkesten ibarettir. Avrupa´nın geleceği Almanya´nın alacağı tavra bağlıdır."

Atam bunları 1931'de söylüyor ve 1939 yılında savaş başlıyor. Bu insana hayran olmasınlar da, ne yapsınlar?

Ve son bir hikaye daha.

Çankaya Köşk’ü  yapıldığı zaman, köşkün sol tarafında bir yol varmış. Yolun solunda iki katlı ahşap bir ev.  Evde Devlet Demir Yolları'ndan emekli Rahmi Efendi oturuyormuş. Rahmi Efendi 67 yaşında. Bu evi istimlak edip bahçeye almak istemişler. Rahmi Efendi'ye sormuşlar ama “evimi satmam” demiş. Dahiliye vekili Şükrü Kaya, vaziyeti Mustafa Kemal'e bildirmiş. Paşa, Rahmi Efendi'yi köşke çağırtmış. Belli ki, kendisi konuşup halledecek. Rahmi Efendi gelmiş ve oturup kahve içmişler. Paşa “Rahmi Bey” demiş, “bu evi bize versen de, biz sana istediğin yerde bir ev yaptırsak ha, ne dersin?” Rahmi Efendi, “Paşam, kusura bakmayın veremem” demiş. "Ben yaşlıyım. Öldüğümde sizin olsun, para pul istemem” diye yanıtlamış. Paşa sormuş, “Peki niçin satmıyorsun, sebep nedir?" Rahmi Efendi, "Paşam" demiş,  "başka yerde bana bir ev bulunur  amma başka yerde. Ben senin gibi komşuyu nerede bulurum.” Rahmi Efendi kalkmış, bir şey söylemeden gitmiş.

Ankara'da ikamet eden biz gibilere hep sorarlar, "nesini seviyorsunuz bu şehrin" diye. Onlara Rahmi Efendi'nin hikayesini anlatın. Biz Atamla komşuyuz, daha ne olsun.

Türkün büyük atası... Saygıyla, özlemle, minnetle önünde eğiliyorum.


***


Türk milleti bugün yine ağlıyor.
Genç ihtiyar yüreğini dağlıyor.
Sokaklara dökülmüş hep ana kız,
Kalplerini Ata'sına bağlıyor.

Yas tuttu her millet onun ardından.
Konuşuldu onun hatıratından.
Hürriyet isteyen hep ona döndü.
Feyz aldı her millet onun adından.

Rahat uyu Ata'm sen yatağında.
Nöbet bekliyoruz biz otağında.
Diktiğin fidanlar meyve verecek.
Türk milleti var oldukça bağında. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder