2 Ekim 2015 Cuma

Zil

Yıllardan 1976’ydı. 14 yaşındaki Emre, köyün muhtarı ve tek kıraathanesinin sahibi Muharrem beyin yanında, okuldan sonra garsonluk yapıyor, bardakları yıkıyor, evin geçindirilmesine destek oluyordu.

-Emre oğlum, gel bakalım.
-Buyur Muharrem amca.
-Otur bakalım şöyle.

Emre şaşırmıştı. “Oturayım mı?” diye sorunca, Muharrem bey eliyle işaret ederek tekrarladı.
-Evet geç şöyle karşıma otur.

Emre, tahta sandalyelerden birine oturup, Muharrem amcasının yanındaki takım elbiseli adamla göz göze geldi. Takım elbiseli adam ona gülümseyerek bakıyordu.
 -Evladım, bu yanımdaki Metin bey. Benim çok eski bir arkadaşımdır. Ona senin futbolu nasıl iyi oynadığından bahsettim. Seni kulübüne götürecek, oranın altyapısına yerleştirecek. Bütün okul masraflarını da kulüp karşılayacak. Ayrıca sana maaş verecekler. Metin bey o kulübün yöneticisi. Hadi şimdi eve git, bavulunu hazırla, Metin amcanla birlikte yola çıkacaksınız.

Emre, bu bir anda gelişen durum karşısında, hiç düşünmeden soruyordu.
-İyi de ya anam ne olacak? Ben onu bırakıp hiçbir yere gidemem. Anam da gelecek mi?
Takım elbiseli Metin bey, elini Emre’nin omuzuna atarak ve yine gülümseyerek ona cevap veriyordu.
-Hayır maalesef annen burada kalmak zorunda. Onunla da konuşup onayını aldık. Evde senin gelmeni bekliyor.

Emre çaresizlik içinde ne cevap vereceğini düşünüyordu. Kendini bildi bileli aşık olduğu kızı bırakamayacağını nasıl söyleyebilirdi ki? Aşık olduğu kız, babasının vefatından sonra ona ve annesine hamilik yapan, rahmetli babasının en iyi arkadaşı Muharrem beyin kızıydı. Şimdi onun yüzüne karşı, ben kızınızı bırakıp, hiçbir yere gidemem nasıl derdi ki? Nasıl bir bahane uyduracağını düşünürken, aklına gelen ilk fikri söyledi.
-Muharrem amca, inekleri kim otlatacak? Ekinleri kim biçecek? Ben gidemem ki bir yere. Hem oralar çok uzak buralara.
Muharrem bey, kaşlarını çatıp, sandalyesini bir parça daha masaya yaklaştırıp, Emre’ye doğru eğildi.
-Ulan köpoğlusu, bugüne kadar inekleri kaç defa otlattın? Kaç defa biçtin ekinleri? Top oynamaktan fırsat mı buldun da, şimdi bana inekleri bahane ediyorsun. Hem anan yalnız değil ki, abin var yanında. Oğlum bak, sen bana babanın emanetisin. Benim çocuklarım, senin ananın da çocukları. Sen yeteneklisin, aha buradaki herkesten farklısın. İneklere, tarlaya abinle beraber biz bakarız. Sen git, yapmayı hayal ettiğin şeyi yap.

Emre başını öne eğip kalmıştı. Bir hayali gerçekleşmek üzereydi ama en büyük hayali Gülcan için hepsinden vazgeçmeye hazırdı. Ayağa kalktı, eve doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Yolda köyün en zengin ailesinin oğlu, kendisinden bir yaş büyük Ufuk, arkasından yaklaşıp, Emre’nin ensesine bir şaplak patlattı. Emre hışımla arkasını döndüğünde Ufuk’un pis pis sırıtışıyla yüz yüze geldi.
-Gidiyon mu lan?
-He, gidiyom, sana ne?
-Oh be Gülcan bana kalıyor desene. Eh artık düğünümüze gelirsin.

Emre yumruklarını sıkıp, sinirli bir ses tonuyla Ufuk’u tehdit ediyordu.
-Onun kılına dokunursan seni öldürürüm.
-De hadi git de, neler olacak görürüz.

Emre eve geldiğinde annesi onun bavulunu hazırlamıştı. Annesi, buğulu gözlerle içeri giren oğluna sarıldı. Abisi Olcay, Emre’nin kafasını okşayıp kendisine doğru çekip kucakladı. Emre onlarla vedalaştıktan sonra, bavulunu alıp evden çıktı. Annesi ve abisi Olcay, Emre gözden kaybolana kadar arkasından baktılar. Emre kıraathaneye yaklaşırken, ağaçların ardından bir ses duydu.
-şişşşt.

Emre sesin geldiği yöne kafasını çevirdi. Kimseyi göremeyince yürümeye devam etti.
-pişşşt.

Emre yine durdu. Sesin geldiği yöne doğru yöneldi.  Kalın gövdeli bir ağacın arkasında Gülcan’ı görünce, önce sevindi sonra mahzunlaştı.
-Ne oldu, beni gördüğüne sevinmedin mi?
-Gidiyom Gülcan.
-şehre de mi?
-he şehre. Futbol oynamaya gidiyom.
-Biliyom. Ünlü olcan de mi?
-He ünlü olcam. Sonra gelip seni babandan isteyecem.
-isteyecen mi gerçekten?
-isteyecem tabii. Beni bekleyecen de mi?

Gülcan hızla Emre’nin boynuna sarılıp, onu bütün gücüyle sıktı. Emre de elindeki bavulu yere bırakıp ona sarıldı. Sanki birbirlerini son defa görüyorlarmış gibi kenetlendiler. Bir süre öyle kaldıktan sonra Gülcan gözyaşlarını silip, Emre’nin yanağına masum bir öpücük  kondurdu.

Emre köyden ayrıldıktan sonra, yılda iki defa köye geliyor, hem ailesiyle hasret gideriyor hem de Gülcan’la gizliden gizliye vakit geçiriyordu. Bunun dışındaki zamanlarda Gülcan’la düzenli olarak mektuplaşıyorlardı. Yıllar yılları kovaladı. Emre 19 yaşına geldiğinde, sadece ülke içinden değil, yurt dışından da istenen, takip edilen bir futbolcu olmuştu. Şimdi en büyük hayalini gerçekleştirmeye sıra gelmişti. Artık yeterince parası vardı ve Gülcan’la evlenebilirdi. Bu fikrini kendisine büyük emek veren, çok saygı duyduğu antrenörüyle paylaştığında, antrenörü ona kızdı.
-Oğlum sezon içinde evlenilir mi? Hiç olacak şey mi? Sezon bitsin, gidelim kızı beraber isteyelim. Bak önümüzde çok önemli maçlar var, onlara odaklanmalısın. O kızı sezon bitene kadar aklından çıkartmalısın.

Emre, hocasının ona öğütlediklerini dinleyip, kendini sadece futbola vermişti. Gün geçtikçe piyasası artıyor, daha değerli bir futbolcu haline geliyordu.

Bir akşam, takım arkadaşlarıyla beraber yedikleri yemekten sonra evine dönmüştü. Apartmanın kapısını anahtarıyla açıp, içeri girdi. Merdivenlerin basamaklarını ikişer üçer atlayarak, dairesinin bulunduğu en üst kat olan beşinci kata çıktı. Kapıyı açtı, içeri girerken yerde bir zarf gördü. Kapının altından atıldığı belli olan zarfı eğilip aldı. Zarfı açtığında içinde bir davetiye vardı. Davetiyede, Ufuk ve Gülcan’ın düğününe davetlisiniz yazıyordu. Önce gözlerine inanamadı. Davetiyede yazanları yeniden okudu. Sonra yeniden. Gözyaşları davetiyenin üzerine her damladığında, okumaya baştan başlıyordu. Tarihe baktı, o günün tarihiydi. Yetişip, Gülcan’ı kaçırmak istedi ama yetişmesi mümkün değildi. Sevdiği başkasına varıyor, belki de şu anda, çocukluğundan beri en sevmediği adamın koynuna girmek üzereydi. Bu düşünce ve en büyük hayalinin yerle bir olması, nefesini kesmişti. Hızlı adımlarla balkonun kapısını açıp, dışarı çıktı. Derin derin nefes almaya çalışıyordu. Sanki görünmeyen bir el boğazını sıkıyor, onun nefes almasını engelliyor gibiydi. Tam bu sırada zil çaldı. Sonra daha sık aralıklarla çalmaya başladı. Zilin her çalışında, Emre’nin boğazına sarılmış görünmeyen el, boğazını daha fazla sıkıyor gibiydi. Kafasını gökyüzüne doğru kaldırdı. Sonra tutunduğu demirlerden kendini aşağı doğru bıraktı.

Emre aşağı doğru düşerken, bembeyaz gelinliğiyle bir kadın, apartmanın dışındaki zillerin en üstündekine aralıksız olarak basıyordu. Zile basan gelinlikli kadın kafasını kaldırdığında, sevdiği adam ona doğru geliyordu.
***

Yazarın notu 1:  Gönül verdiği takımın olduğu şehirde yaşayıp, passolige direnmek, bizim gibi başka şehirlerde yaşayanların direnmesinden çok daha zordur. İşte bu nedenle, bu hikayedeki tüm erkek isimleri, gerçek hayatta arkadaşları formalarını giyip, ellerinde bayrakları, boyunlarında atkıları stadyuma doğru yürürken, arkalarından bakıp yüreklerine taş bastığını bildiklerime saygı duruşudur. Her ismi yazamadık, yazamayız da zaten ama hepsine saygılar.


Yazarın notu 2: Siz siz olun, kapı çalınca, nasılsa biri açar diye düşünmeyin, gidin açın :) 

Blogun adeti gereği en sonda bir şarkımız var. Ülkenin en önemli gitaristlerinden Cem Köksal'ın muhteşem bestesi.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder